Dingin Karmaşıklığın Özeti

Günlerden Salı.Ödevim olduğu için, tophane'deki, yani yurdumun bulunduğu yerdeki bir sergi salonuna gidiyorum;İstanbul Modern.Orada, daha önce hiç görmediğim, adını bile duymadığım bir adamın, Ani Çelik Arevyan'ın fotoğraf sergisi olduğunu öğreniyorum. Koca afişte yazıyor: "Göründüğü Gibi Değil. 29 Eylül 2010-9 Ocak 2011 Arasında İstanbul Modern'de"

Serginin adıyla Ani Çelik'in objektifinden gördüklerinin ne denli uyuştuğu çarpıyor hemen gözüme. Büyük bir metropolün  binaları.Gri,soluk... Etrafları bembeyaz ama!Dingin. Birçok fotoğraf birbirine benziyor. Kendini tekrarlamaktan çok anlatılmak istenen bir öykünün devamı niteliğinde hepsi. Ancak hikayeyi anlamak zaman istiyor, sabır istiyor. Bazem kendini bir çiğ damlasında, bazen gökyüzünde kaybediyorsun. O fotoğraflardaki "An"ı anlamaya çalışarak."Acaba" Diyorum:"Acaba herkes benim gördüğüm şeyleri mi görüyor bu fotoğraflarda? Aynı hikayeyi mi anlatıyor bize Ani Çelik o objektifinin puslu,dingin sesinden? Bu fotoğraflara bakan herkes aynı karamsar, yardım bekleyen, şekilden şekle giren ancak özünde aynı olan, o hapsedilmiş insanı mı görüyor benim gibi?

Etrafıma bakıyorum.Çoğu çok derin şeyler duyumsuyormuş gibi bakan gözlerden ibaret. Gülüyorum ve üzülüyorum. Masalıma ortak bulamadığım için.
Kitaptaki olayların benim yaşadığım yere oldukça yakın yerlerde geçmesi okuma şevkimi arttıran en önemli neden oldu diyebilirim. Tamamen İstanbul'da geçen kitap bize 1950-60 ların İstanbulu'nun kalburüstü kesimiyle ilgili önemli detaylar veriliyor. Ancak kadın kahramanımız tabii ki alt tabakadan!


Kahramanımız Kemal Bey, tekstil zengini Basmacı ailesinin en küçük bireyidir. Ondan yaşça büyük, çalışkan,evli ve çocuklu bir ağabeyi vardır. Sibel adında, Paris'te ekonomi okumuş, babası eski bir diplomat olan bir kızla nişan arifesindedir. Günlerini kendileri gibi zengin arkadaşları ile eğlenerek mutlu bir biçimde geçirmektedirler. 


Kitapta aynı zamanda evlilik öncesi beraberlik konusuna oldukça değinilmiştir. Artık Avrupa'ya gidip okuyan kızların ufuklarının da açıldığı, kendi ayakları üzerinde durabileceklerini ve yeterince çağdaşlaştıklarını düşünmeleri ile çelişen birçok durum ortaya koyulmaktadır. 


Kemal ile Sibel 'de birlikte olmuşlardır fakat Sibel bunu " Evleneceğin kesin olan birisiyle yapılabilecek bir şey" olarak değerlendirmektedir. Erkeklerin bu konuda neler düşündükleri,        hangi tabakalarda evlilik öncesi birlikteliğin hoş görüldüğü, en çağdaş olduğunu iddia eden erkeklerin bile bu konuda avrupalılarla aralarında binlerce kilometre fark olduğu bas bas bağırılmaktadır.


Evet kitaptaki olaylara dönüyorum (: 


Kemal bir gün Nişantaşı'ndaki pahalı çantalar satan bir mağazaya girer. Orada en son dokuz yaşındayken gördüğü Füsun'un tezgahtar olarak çalışmaya başladığını görür. Füsun Basmacıların uzak ve fakir bir akrabasıdır. Annesi, Kemal'in annesi ve onun gibi sosyetik hanımların terziliğini yapmaktaydı. Ta ki Füsun on yedi yaşındayken yaşını bir yaş büyülterek güzellik yarışmasına katılana kadar. O zamanlar güzellik yarışmasına katılan kızlara "düşmüş" gözüyle bakıldığının açık bir göstergesi olarak Basmacı ailesi Füsun'la ve füsunun ebeveynleriyle tüm bağlarını o dakikadan itibaren koparmışlardı. Dolayısıyla tüm salon hanımlarının terzilik işleri bir başkasına verilmişti! Ayrıca Füsun yarışmayı kazanamamıştı.


Kemal Füsun'un şu anda on sekiz yaşında olduğunu hesapladı. Sarı elbisesinin içinde son derece güzel gözüküyordu. 


Bunları düşünürken tüm hayatını  kimilerine göre "harcayacağını" kimilerine göre"aşkla geçireceğini" bilebilir miydi?


Füsunla her gün aynı saatte kendilerine ait kullanılmayan bir dairede buluşup sevişmeye başladılar. Kemal, Füsun'un ilk deneyimiydi ve ona inanılmaz derecede bağlanmıştı. Zira Kemal de öyle..Füsun Kemal'i Sibel'den ayrısa bile Kemal'in ailesinin asla kendisini kabul etmeyeceğini biliyor, bu nedenle elinden bir şey gelmiyordu. Kemal'e Sibel ile sevişmesini istemediğini söylediğinde ise Kemal'den aylardır bi,r yakınlaşmaları olmadığı cevabını alması onu mutlu etmişti.


Nişan günü Aynı zamanda Füsun'uın üniversite sınavından bir gün önceydi. Ancak o gene de anne babasıyla birlikte geldi. Nişan sırasında Kemal'in yardımcısından Sibel ile ofiste sık sık seviştikerini öğrenen Füsun'u Kemal, o günden ancak iki yıl sonra görebilecekti.


Kemal o süre zarfında her gün Füsunla buluştukları daireye gidecek ve aynı saatte onu bekleyecekti. 

Kayıp Sembol'ün Kayıp Bilgeliği

                       Dan Brown'un tüm dünyadan hemen herkesin sempatisini kazanan kahramanı Robert Longdon bu kitapta gene karşımıza çıkıyor! Kitap neredeyse tamamen önceki kitaplarda olduğu gibi başlıyor. Robert Longdon bir şekilde kandırılarak Washington a  getirilir ve kendini bir anda olayların tam ortasında bulur. Elbette ona eşlik eden orta yaşlı, bilgili, son derece hoş bir  bayan da vardır!!
Şu ana kadar bahsettiğim her şeyin Melekler ve Şeytanlar ve Da Vinci Şifresi ile hemen hemenn aynı olduğu su götürmez. Yer ve mekan dışında..

Dan Brown her zamanki gibi tüm olayları bir gün içerisinde geçiriyor. Gizli kalmış sırlar, semboller, diller gene kitabın kilit noktalarını oluşturuyor. Geçmiş ve günümüz iç içe.

Açıkcası ben Dan Brown 'un anlattıklarının ne kadar gerçek ne kadar hayal ürünü olduğu ayırdına varamıyorum. Benim gibi birçok kişi olacak ki "Da Vinci Şifresi" bazı Arap Üniversitelerinin İlahiyat bölümlerinde okutuluyor!!

Otuz üçüncü dereceden bir masonun sağ elinin Washington Kongre Binası'na koyulması, parmakların işaret ettiği yer, üzerindeki dövmelerin anlamlarını çözmeye çalışmakla başlıyoruz kitaba. Robert Longdon'ımızın bu kitaba kadar bilinmeyen bir yönünü daha öğreniyoruz ayrıca; kapalı alan fobisi.
İşe CIA'in karışması olayları daha da karışık hale getiriyor. Dan Brown masonlara ve eski bilgeliğe olan ilgisini bu kitapta da kaybetmemiş!

Kitaplarını her ne kadar tekdüze bir kalıpta yazsa da Dan Brown her seferinde dünya üzerindeki tüm insanların ilgisini çekebilecek yepyeni bilgiler bulmakta ve bunları macerayla harmanlayarak nefis bir yemek gibi önümüze sürebilmekte. Eh, pekçoğumuz da afiyetle yemiyor muyuz bu yemeği?

Gizli bilgelik demişken, evet cidden de insanoğlunun yıllar önce keşfettiği şeylerin karalığa gömüldüğünü, binlerce yıl önce anlaşılmış olan olayların şimdi yeniden keşfedilmeye başlandığını savunuyor kitap. Bir çeşit "Yeniden Hatırlamayla Yeniden Aydınlanma" çağını yaşadığımızı anlatıyor.

Robert Longdon'ın bu serüvendeki partneri sağ eli kesilen Peter Solomon'un kardeşi Katherine Solomon.Bir  Noetik Bilim uzmanı. Noetik bilimi aklımda kaldığı kadar açıklamak istiyorum;

İnsan, beyninin yalnızca %5'ini kullanabiliyor. geri kalan %95'lik bölümü nasıl ve ne şekilde kullanabileceğimizi, eğer kullanırsak ne gibi sonuçlar elde edebileceğimizi bilemiyoruz. Noetik Bilim ise tam da bunu açıklamaya çalışıyor. Elle tutulup gözle görülebilen, üzerinde deneyler yapılabilen, kısaca tümel bir bilim değil noetik bilim. Ancak Katherine Solomon abisinin tahsis ettiği labaratuvarında bu bilmi çeşitli araçlarla birlikte elle tutulur bir hale getirmeye çalışıyor. 

Yıllardır felsefenin, dinin uğraştığı, insanın insan olmaktan gelen sorgulayıcılığının bir sonucu olarak sorduğu; "ölümden sonra yaşam var mı?"," ruh nedir? gerçek midir?""bizi yaratan bir yüce varlık var mıdır?" sorularına kendi lavaratuvarında çözüm aramaya çalışıyor Katherine Solomon. Dan Brown'un söylemiyle de başarıya ulaşıyor!

Örneğin  ölmek üzere olan bir hocasını sonn derece hassas bir tartı üzerine koyan Katherine, hocası öldükten birkaç saniye sonra beden ağırlğında çok küçük bir miktarda azalmaya rastlıyor ve bununla "ruhun bir ağırlığının olduğu"nu kanıtladığını söylüyor. Oysa ki bilimadamları bunun öldükten sonra vucüttaki olayların sonucunda dışarı çıkan su buharı olduğunu söylüyorlar.

İnsan düşüncelerinin belli bir ağırlığı olduğu, bin yıllardır aslında İsa'nın " tanrıyı gökte aramayın içinizdedir"sözüyle ya da "Enel Hak" sözüyle insanın aslında kendisinin tanrısı olabilecek güçte olduğu iddia edilmektedir. Budizmin, Sufilerin, kısaca tanrıya ulaşmayı kendisine görev edinmiş tüm disiplinlerin de bu yolda olduğu, ancak bilim çağında bunun yerin kırk kat altına kendini kapatarak ya da testislerini keserek değil, daha bilimsel yollarla elde edilmesi gerektiğini savunuyor. -Bunun dediğim şey; insanın kendi kapasitesinin doruğuna çıkarak beyin gücüyle tanrısal güçlere sahip olması-

Dan Brown bir yandan ezoterik sembolleri Robert Longdon!a açıklatırken, bir yandan masonların sırlarını kurcalıyor ,bir yandan gizli bilgeliğin yeniden açığa kavuşturulmasının aşamalarını anlatırken bir yandan da noetik bilimi anlatıyor. Aynı zamanda da tüm bu sıkıcı gibi görünen şeyler inanılmaz heyecanlı bir koşuşturma içerisinde gerçekleşiyor. Bu sefer CIA'in suçlular listesine adını yazdırmayı başaran Robert Longdon ile yine son derece heyecanlı kafa karıştırıcı , öğretici, hayal dünyasını geliştiren bir yolculuğa çıkıyoruz. Bileti olan??



Yazmaya devam edersem eğer Medya ödevimi bitiremeyeceğim (:

Şizofrenik Bir Aklın Odalarında Açmaya Çalışan Bir Gül;

                                                   Sana Gül Bahçesi Vadetmedim

Deborah,kliniğe getirildiğinde on altı yaşındaydı. Henüz çok genç bir yaşta olmasına rağmen ileri derecede şizofreni tanısı koyulmuştu.Ona hastalığının hemen her evresinde yardım eden psikiyatrının söylediği sözdü bu:" Sana gül bahçesi vaadetmedim." 

Her insanın bir iç dünyası vardır. Kimselere açmadığı ya da zaten uğraşsa da açamayacağı.Genellikle yalnız hissettiğimizde sığınırız o dünyaya.İçimizdeki o derin boşluğu doldurabilecek soyut şeylerin arayışına düşeriz. Bazılarımız bu dünyaya kendilerini öylesine kaptırırlar ki "gerçek hayat" kavramları yerle bir olur. Hangi dünyanın gerçek hangisinin yalan olduğunu ayırt edemeyecek duruma gelirler. 

         Deborah da aynen bu karşıtlığın içinde sıkışıp kalmış durumda. Onu zehirleyen,dışlayan, yaşamak , kendisine bir yer açabilmek için mücadele verdiği bir dünya yerine tamamen kendisine ait, içerisinde perilerin ,krallıkların olduğu, başka bir dil kullanılan bir dünya yaratmış durumda. O halde neden tedavi olmak istesin ki? Neden kendi yarattığı o sıcak dünyadan çıkıp bu karışıklığa karışsın, bu çarkın dişlileri arasında ezilsin binlercemiz gibi?

      Olay buydu işte, önce onun istemesi gerekiyordu. Önceleri kendilerine zarar vermeyen sakin hastaların olduğu koğuşta kalmaya başlamıştı Deborah. Ancak burada herkesin "doktorlar beni deli zannetmesinler." amacıyla rol yaptığını düşünüyor, bundan tiksiniyordu. Önceleri kendi terapistine hiçbir şey anlatmamayı yeğledi. Dünyası ona özledi. Bu dünya ve öteki dünya,yani onun prenses olduğu dünya, arasındaki geçit oydu ve bu sırrı asla açık etmemesi gerekiyordu. Gerçekten de inandığı şey buydu Deborah 'ın. Bazen iki dünyayı karıştırıyor ve kendi dünyasındaki dil ile konuşmaya çalışıyordu yeryüzünde.

     Daha sonraları terapistiyle duygusal bağ kurmaya başladı Deborah. Kendi dünyasını açık etmeye yeltendiği anda dünyası onu cezalandırmaya başladı. Artık kendisine zarar veriyordu ve bu nedenle "tam delilerin" bulunduğu koğuşa gönderildi. Orayı seviyordu. İnsanların anormalliklerini saklamak için herhangi bir çaba sarf etmediklerini görüyordu. Zaten en azılı deliydiler hastanedeki. Daha ötesi ne olabilirdi ki?

      Gerçek dünya ile kendi dünyası arasındaki gizi koruyamayan Deborah sürekli cezalandırılıyordu. Eskiden ona sığınak olan bu krallık yavaş yavaş onu zindan ediyordu. Kendi prensesini yok etmeye çalışan bir ülke...
      Bunun üzerine Deborah gerçek dünyaya alışmaya başladı. Aslında geçmişinde yaşadıkları olağan şeylerdi. Yumurtalıklarından bir kist ameliyatı olmuştu ve o kistin hâlâ içinde olduğunu düşünüyordu. Lanetliydi o! Doktorlar ona acımayacak diyerek yalan söylemişlerdi. Oysa ki canı çok acımıştı. Buradan insanlar asla güvenmeme çıkarımını yapmıştı henüz altı yaşındayken. Orta gelirli normal bir ailede yaşıyordu. Pek fazla kavga olmayan, sıradan olarak nitelendirilebilecek bir evde.İşte olay da burada bitiyor; bir insanın sorunlu olması için illa sorunlu aileye, kötü çevreye , kötü davranan bir dadıya ihtiyacı yoktur. Olan olayları herkes farklı şekilde yorumlar. Deborah 'da çoğumuzun normal olarak yorumladıklarını kendi kafasında bambaşka bir dünya yaratmak kadar ileri seviyeye gelebilecek şekilde çarpıttı. Belki de onun yorumlayış biçmi doğruydu olanları. Hayat aynı doktorların dediği gibi "merak etme acımayacak" diyordu ve sonradan sırtından bıçaklıyordu.Bu da tamamen kendi bakış açımızla ilgili.

Bazı bakış açıları vardır ki bizi çözüme ulaştırır, bazıları vardır bizi daha da dibe batırır. Deborah'ın yaptığı kendi kolaya kaçışıydı belki de ancak bu hayali dünyadan kurtulabilmek için bu kolaya kaçışın bedelini çok daha ağır bir şekilde ödedi. Yüzlerce kesik, yanık, kaybedilmiş iki yıl, belki  de hiçbir zaman tanımayı istemeyeceği yüzlerce insan.


Bir şeylerden kaçmanın bizi herhangi bir yere getirmediğini biliyoruz.Deborah'daki bu bilinçsiz sığınma sonraları onu kendisiyle birlikte yok etmeye çalıştı. Eğer çalışmasaydı ,belki de Deborah asla gerçek hayata sıkı sıkıya tutunmayı istemeyecekti.. Bunu yapmak zorunda kalmayacaktı. Dünyası kendi kendini bitirdi.

Yazar Joanne Greenber'in de Deborah,'ınkiyle paralel giden bir hayatı var. Şizofreni hastalığı, yatırıldığı hastane,aile yaşantısı,kökeni... Bu nedenle kitap bir nevi otobiyografi olarak da algılanabilinir. Birinci elden böyle kronik bir hastanın beyninde olan biteni okuyabilmek, o umutsuzluğu, çabayı hissetmek insanın kendisine bir kez daha sormasına neden oluyor:"Normalin ölçütü ne?" Ben normal filan değilim. Bu benim şahsi kanaatim ve eğer insan normal olduğunu düşünürse normaldir diye düşünüyorum.Çünkü "normal" olarak kendisini ölçüt almıştır.Ona yakın olanlar da normaldir bu açıya göre. Deborah 'ın yüzüne kendisinde bir sorun olduğu açıkça vurulmasaydı o da kendisinin normal olduğunu düşünmeye devam edecekti. Deli olduğunu biliyordu. Lanetli olduğunu düşünüyordu. Ancak günümüzün  normal anlayışına inanmadığı gibi kendi kendisini ölçüt olarak hayal ediyordu.

Şizofreni gerçekten ilgimi çeken bir hastalık. Bu ilgimi bildiğinden dolayı arkadaşın bana bu kitabı okumam için verdi. İyi ki de vermiş çünkü kitaptaki kızın yaşantılarını, yaşanmışlıkları üzerine oluşturduğu düşünceleri okudukça kendi gücümün farkına vardım. Deborah'ı sevmiyorum. Kızıyorum. Kendisini özel olarak görmesinden, olaylarla baş etmek yerine kolaya kaçmasından nefret ediyorum. Elbette bu bir akıl hastalığı, ne zaman nerede oluşacağı belli olmaz ancak bu dünyada Deborah 'ın yaşadıkarının bin beterini yaşayıp halen ayakta durabilen insanlar var.Elbette onların da sorunları var ancak bu sorunlardan kaçıp başka dünyalara,kişiliklere sığınmak yerine savaşmayı seçiyorlar. Sanırım psikoloji ,,özellikle de şizofreni üzerine araştırma yapmalıyım. Bana haksızlık gibi geliyor çünkü . İnsanların da akıllarını kaçırabilme lüksü olmalı.H er şey üzerimize geldiği zaman nasıl tamamen farklı bir kişiliğe bürünüyor, bazen depresyona bile girebiliyorsak, aklımızı da kaçırabilmeliyiz. AH yok hayır kaçıramayız! Neden? Çünkü hayata karşı bir sorumluluğumuz var. Gönüllü aldığımız bir sorumluluk değil bu, ailemiz bize bunu doğduğumuz anda miras bıraktı. Bu nedenle yılmadan çalışmalı, yeri geldiğinde kendi bunalımlarımızı vs. her şeyi unutup hayatın akışına dahil olmalıyız.

Akıl, insanda soru sorma, sorgulama yeteneğini de beraberinde getirir. Soru soran,sorgulayan insan da cevaplara hazırlıklı olmalıdır.Ne kadar derin sorular sorarsan o kadar da derine çekilirsin. Ancak akıl kendisiyle birlikte çözüm üretmeyi de sağlar. Bu nedenle eğer doğru bir şekilde düşünebiliyorsak ( bir psikiyatrın lafı: beyin de diğer organlarımız gibi bazen hastalanır ve doğru düşünme yetisini kaybeder.) hayatta karşımıza ne çıkarsa çıksın amacımızı unutmalı ve evet sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi dolu dolu yaşamalıyız bu hayatı. Sıkı sıkıya bağlanarak...

Tartışmalı yazar ve onun can verdiği Julien...

Kırmızı ve Siyah , şüphesiz Sthendal'ın en ünlü yapıtıdır. Şimdi bile yazıldığı dönemde olduğu kadar ünlüdür. 


Sthendal bu romanında realizme geçişin  öncülerinden birisi olduğunu, Gustav Flaubert ve Honoré de Balzac 'ın yanındaki "En büyük realistler" de yer aldığını duyurmuştur.

Bazıları Sthendal'ın yapıtlarını kuru denilebilecek bir dille ele almasını eleştirmişlerdir.Ancak halkın içerisinden çıkmış, sesini ancak ünlü Fransız İhtilali'nin sonrasında duyurabilmiş , kendi kendisini yetiştirmiş bir kişi için sanat dolu cümlelerdir kurdukları.Fransız asilzâdelerinin yazdıkları romanlara alışık olan eleştirmenler için bu, tabii olarak yadsınacak bir durumdur.

Kırmızı ve Siyah 'ın başkahramanı Julien Sorel, doğduğu köyden ve ailesinden nefret edeni sınıf atlayabilmek için elinden geleni yapan, gerektiğinde savunduğu tüm ideolojileri saklayıp rahip olabilecek seviyeye ulaşabilmiş çok zeki bir Fransız köylüsüdür.Sthendal ise Julien Sorel'in kendisine asiller arasında yer açmak için verdiği mücadeleleri, kendi iç çatışmalarını, ihtiraslarını, aşklarını insanın kendisini romanın kahramanlarından birisi sanabileceği derecede başarılı bir şekilde vermiştir.

Derinlere inersek Sthendal, aynı zamanda kendi iç çatışmalarını Julien Sorel karakteri üzerinde belirginleştirmiş, bu şekilde okuyucusuna başarılı bir bir şekilde iletmiştir.

Özellikle de Julien Sorel'in mahkemede yargılandığı sırada yaptığı konuşması hem Sthendal'ıni hem de yıllarca ezilmiş olan köylülerin arasından sıyrılıp kendi beyinlerinin hak ettiği özgür dünyaya kavuşabilmek için çırpınan diğer dehaların söylemek,hatta haykırmak istediklerinin kısa bir özetidir.Anlaşılamayacak derecede süslü bir şekilde yazılmış olmamasına karşın, diğer yazarların (Bir Moliére'in , bir Montaigne'in) eserlerinin belki de uyandıramadığı coşkuyu ,Sthendal yalın ve gerçekci diliyle tüm dünyanın önüne sermiştir.

Dönemin atmosferi oldukça iyi işlenmiş,ancak ihtilalden sonraki Fransa'nın durumu yerine yalnızca ihtilalin aristokratlar üzerindeki etkileri ve bu etkilerin de Julien Sorel'de bıraktığı etkilenimler ele alınmıştır..

İlk başta soğuk ve kin dolu gözüken Julien Sorel'in yaşadıklarına ayrıntılı bir şekilde baktıkça ve psikolojisinin derinlerine indikçe, ona karşı bir sempati uyanmaktadır.Ancak kişi, empati sonucunda gelişen bu sempatiye kendisini kaptırırsa , Julien'in kitabın sonlarına doğru yaptıkları ve sonucunda aldığı ceza sonucunda oldukça üzülebilir.

Kuru bir dilinin olduğunu iddia edenlerin yanında, Sthendal'ı "yetenekleri sınırlı" bir yazar olarak görenler de vardır. Doğru mu yoksa yanlış mı bunu bilemeyeceğim ancak geldiği yerden dolayu hayata ve aristokratlara ,monarşiye karşı duyduğu öfkenin ve kinin sonucu olarak bunun onu tek yönlü bir kitap yazmaya yönelttiğini söyleyebilirim.

Daha önce de dediğim gibi kendisini Julien Sorel  ile bütünleştiren yazar , aynı şekilde onu da başta tek yönlü bir karakter olarak göstermiştir. Julien, zirveye ulaşabilmek için Napoleon'a oloan hayranlığını gizler. Çalışmak ve oradaki çocukları eğitmek için yerleştiği evin hanımıyla yasak aşk yaşamaya basşlar.Daha sonra gittiği okulda ve yerleştiği konakta da sadece işini yapar, düşüncelerini saklar ve pek fazla konuşmaz. Asil kişilerin nasıl hareket ettiklerine,nasıl konuştuklarına dikkat eder fakat  en sonunda onların , o yıllarca özendiği kişilerin aslında şişirilmiş balonlardan ibaret olduğunu görür.Tüm bunlar, Sthendal'ın hayatını ve bakış açısını anlatmaya yetecek anektodlardır. Konağın küçük kızını hamile bırakması, Madame de la Molle'ü öldürmeye çalışması ve idam cezasına çarptırılması ise Sthendal'ın Julien Sorel karakterine uygun olarak kurduğu olaylardır ve yine kendi düşüncelerine paralel şekilde gelişmişlerdir.

Bu da benden bir hikaye (:

-Kızım uyan!
Bu annesinin sesiydi. Gördüğü rüyayı ikiye bölen bu sesle irkildi. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı ve sonunda nerede ve nereye gitmek üzere olduğunun  idrakına vardı.Gitme vaktiydi...
Sıcak yatağından yavaşca kalktı. Kim bilir ne zaman yatacaktı yatağında bir daha? Ne zaman uyandıracaktı onu annesi o tatlı sesiyle?

Sonra O'nu düşündü.
İçinde tarif olunamaz bir acı hissetti. Gidiyordu.Hem de O'nu, canından çok sevdiği varlığı bırakıp gidiyordu. 
Üç aydır görmemişti yüzünü. Nerede olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hadi kendisini terk etmişti, peki ya annesi? O, annesine bile haber vermeden,evinden tek bir giysi bile almadan adeta yok olmuştu. Sanki hiç doğmamış gibi...
Oysa O'nun bir zamanlar hayatta,onun hayatında olduğunu çok iyi biliyordu. Gittiğinde başlayan krizleri artık hayatının normallerinden birisi olmuştu. Üç ayda ne kadar ağlamıştı? Kaç kez evine dayanmıştı? 
Hatırlayamıyordu.
Hala geceleri yatağında sessiz sessiz ağlıyordu. Günün herhangi bir saatinde krize girip O'nun evinin kapısına dayanmayı bırakmıştı artık. O'nun annesi açıyordu kapıyı çünkü her seferinde. En az kendisi kadar bitmişti o da. Belki de O, bu hayatta onu en çok seven iki insanı da kendisinin olduğu gibi yok etmeye çalışıyordu. 
Ne kadar süredir aynaya baktığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. İçindeki acının git gide arttığını hissediyordu. Taşmak üzereydi. Öylesine yoğun bir acıydı ki , tüm vücudunu yakıp kavurması yetmiyor, dışarı çıkmak, önüne ne gelirse onu alevler saçan hortumunun içine çekmek, yakmak kül etmek istiyordu. Aylardır içinde olan bu acının onu hiç bu kadar rahatsız ettiğini hatırlamıyordu. 
"Birlikte gidecektik." dedi kendi yansımasına. 
Birlikte yeni  bir hayata başlayacaklardı. Evlerinin bulunduğu sitenin tam karşısındaki tepeye çıkıp yıldızları izlerler, gelecekle ilgili hayal kurarlardı. 
"Ben bir ölüyüm" dedi ardından. Kendisine yüzlerce kez tekrarlamış olmalıydı bu sözü üç ay boyunca. Farkı yoktu ölüden.
O'nunla yeni bir hayata başlayabilmek için gitmeyi umdukları yurt dışında bu kez kendisi O'nu unutabileceği yeni bir hayata başlamak gayesiyle çıkıyordu. Hem okuyup hem çalışacaktı. Ne olursa olsun, karşısında kim çıkarsa çıksın , O'nun bir şekilde ,içinde bir yerlerde hep olacağını sezinliyordu. O'na karşı olan sevgisi asla azalmayacaktı.
Yarım yamalak bir kahvaltı yaptı. Sanki yediği her şey içindeki ateş topunu daha da harlıyordu.Annesinin ısrarlarıyla son parça reçelli ekmeğini de yedi ve kendini dışarı attı.
Babası bavulları arabaya yerleştirmişti. Gökyüzüne doğru baktı, ruh haliyle aynı kasvetlikte olduğunu gördükten sonra ondan  yardım bulma ümidini kesmek zorunda kaldı. Güneşli bir havanın kendisine iyi geleceğini umuyordu. Ancak gökyüzü onun gideceğini biliyormuşcasına yas tutuyordu.
"Nerdesin?"
O'nu düşünmediği bir anı bile geçmemişti. Artık delirdiğine emindi. Koyvermişti kendini. Akşına bırakmıştı her şeyi.Ne var ki gene de son sürat O'na doğru sürüklendiğini hissediyordu.Tersine kulaç atmaya takati kalmamıştı.
Havaalanına geldiklerinde annesinin uyarılarını dinleyerek bavulundan şalını almaya bagaja doğru yürüdüğü sırada bir sanrı gördü.Üç aydır hemen her yerde gördüğü sanrıydı bu.
Arkasını döndü ve arabanın bagajından bavullarını indirdi. Ona yardıma gelen babası az önce tam da o sanrıyı gördüğü yerde durmuştu. Kızına yardım etmek için eğildiğinde ise kızı gördüğünün bir sanrı olmadığını anladı.
Bıçak gibi bir soğuk genzini doldurdu. O'ydu işte! Tam karşısında duruyordu. Çok zayıflamıştı.Düşünmeksizin koşmaya başladı.Kendisini üç aydır hasretini çektiği kollara attı. Bu kollar hatırladıklarından çok daha cılızdı.
"Gel" dedi kız gözlerini erkeğinin gözlerine dikerek. Ancak tam o anda dehşete kapıldı. O ışık saçan ,umut dolu lacivert gözlerden eser yoktu şimdi. Altında torbalar birikmişti. Yorgun gözüküyordu. Uykusuzluktan mı yoksa yaşamdan mı anlayamadı bunu kız. Her şeyi unuttu ve onun kokusunu içine çekmeye başladı.
"Gel" diye tekrarladı.
"Gelemem." dedi dudakları erkeğinin.
"Bu bizim hayalimizdi." diye bağırdı kız.Bunun üzerine,çocuğun yaşlanmış suratında bir gülümseme belirdi:
"Biliyorum."
"Gel o zaman" dedi kız ısrarla. Neden gittiğini,bunca zamandır nerede olduğunu soramıyordu.Eğer sorarsa gider diye korkuyordu çünkü. O'nu bir kez daha kaybederse dayanamazdı.
"Neden geldin o halde?" dedi isyankâr bir şekilde.
"Al."
Çocuk ona bir CD uzatmıştı.
"Ne olduğunu sorma. Bundan tam bir saat sonra uçağının kalktığını biliyorum. Lütfen o zaman aç bunu. Asla arkana bakma. Ben seninim."
Kızın kafası allak bullak olmuştu. Arkasında ona seslenen anne babasının seslerini bölük pörçük işitiyordu.
"Sen n-ne?" diyebildi anca.Ancak çocuk çoktan arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Kız bir an koşup kolundan tutmayı düşündü ancak bunun hiçbir yararının olmayacağını hissediyordu.
"Nasıl kıyabildin bana,annene?" diye bağırdı.
Çocuk öylece yürüyordu. Arkasına bir kez olsun bile bakmadı, bir kez olsun bile duraksamadı. Eğer duraksarsa geri dönerdi,biliyordu.

Zaman kavramının önemini yitirdiği noktadaydı. Bir saat bir ömre eş değerdi.Uçağın kapısı açıldı. Yerini buldu, oturdu. CD neredeyse bir saattir elindeydi ve artık o da eli gibi ter içindeydi. Laptopunu çıkarttı.CD yi özenle sildi ve yerleştirdi."Oynat" tuşuna basmadan önce bir saniye duraksadı ve "klik" sesi duyuldu.

Boğazının parçalandığını hissediyordu. Bu iyi bir şeydi çünkü yaklaşık on dakikadır onlarca el onu tutmaya çalışmasına karşın hiçbir şey hissetmemiş, sade ve sadece bağırarak uçağın kapısına doğru yönelmeye çalışmıştı.
videodaki O'nun görüntüsüydü. Kendisine bir şeyler anlatıyordu.Şu an zihninde kalan sadece O'nun yorgun, silik görüntüsü ve " Üç ay..." "Hastalık,öldürüyor..." "Gitmek zorundaydım." gibi param parça sözcüklerdi. Tek başlarına bir anlam ifade etmeseler de onun tüm uçağı birbirine katmasına neden oluyorlardı. İnmeliydi, ona ulaşmalıydı.Son cümlesinde yapacağı şeyi anlatmıştı.Nasıl bitireceğini.Kayış zaten o anda kopmuş, yarı uçarak yarı koşarak uçağın kapısını açıp atlamaya yeltenmişti. 
Ne kadar olduğu belli olmayan bir süreden sonra artık takatinin kalmadığını sezinledi ve onu tutmaya çalışan, harab olmuş hosteslerin kolları arasında bayıldı.

Aynı anda bir genç, sevdiği kızla hayatının en güzel anlarını geçirdiği tepeden dünyaya son bir kez daha bakış attı, kasvetli havayı ciğerlerine çekti ve...

Gerçekliğin Ötesindeki Tavşan ve "Donnie Darko"...




Muhteşem soundtracki için : http://fizy.com/s/1m8975   (Gary Jules-Mad World )

-Why are you wearing that stupid bunny suit?
-Why are you wearing that stupid man suit?
                                                ( işte konuşmanın gerçekleştiği an! )
Donnie ve hayali arkadaşı olan ve sürekli tavşan kostümü giyen Frank ile geçen bu konuşma aslında Donnie Darko'nun küçük bir özeti. 
*Kimiz biz? Göründüğümüz kişiler miyiz hepimiz?
*Çoğunluğun kabul ettiği doğrular ne kadar doğru? 
*Genel-geçer doğrular sorgulanmadan direk kabul mü edilmeli?
*Devinimsel zaman döngüsü geçmişimizi,dolayısıyla geleceğimizi değiştirebilir mi?
*Vs. vs.









Hayal ile gerçeğin çatıştığı noktada bulunan bir genç...





Kafası karışık, normal olmadığını düşünüyor, sanrılar görüyor...

On altı yaşındaki herhangi bir gencin sorunlarından daha büyük sorunlar yaşıyor...

İnandığı, gerçekliği sorgulanmaya açık olgulara körü körüne bağlı ...


Donnie Darko 'dan söz ediyoruz. Richard Kelly'nin yönetmenliğini yapıtığı bu film genelde "Abi filmi anlamak cidden zekâ gerektiriyor." " Donnie Darko'yu izle , anlarsan adam değilim." tarzı  genellemelerle anılıyor. Katılmıyorum ben bu laflara. 

Film cidden karmaşık. Şizofren bir çocuğun sürekli kostüm giymiş bir tavşan sanrısı görmesi, onun direktifleri çerçevesinde hareket etmesi ve gerçeklikten git gide uzaklaşmasının yanında "Zaman Yolculuğunun Felsefesi" ni de işleyen bir film.
Çapraşık olaylar etrafında dönüyor olmasından dolayı insanların "Bu film anlaşılmaz ki yeaa." şeklinde yorumları bir derece kabul edilebilir,pekala ben de ettim! Ama bu filmin özelliği "Anlaşılamaması " değil, insanlara bir şeyleri sorgulatmak istediği. Yüzeysel görünüşteki dünyamızın, zaman döngüsünün ne derece kabul edilebilir olduğu filmdeki belli başlı konu aslında. Hani derler ya; "Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir." Ayyyynen öyle diyor bu film işte. 

Hadi bakalım bir alıntı yapayım filmden:
Darko,hoşlandığı kız olan Gretchen ile konuşma fırsatı bulmuştur. Adını ve soyadını söyledikten sonra kızın tepkisi :
Gretchen: Ne? Donnie Darko mu? Bir süper kahraman ismine benziyor.
Donnie: Öyle olmadığımı nereden biliyorsun?

Donnie, kendi zihninin süper kahramanı. Ancak acı çekiyor. Bu çektiği acı iki türlü; fiziksel ve bedensel... Bu nedenle de tavşan kostümü giyen "zihinsel" arkadaşı Frank 'e inanılmaz bşr bağlılık sergiliyor.

İnsanın belli sorunlarının olması için illaki kötü bir ortamda ,sorunlu bir çevrede yetişmiş olmasına gerek yoktur. Bu olgu filmde de kendisini gösteriyor. Donnie'nin ailesi oğullarıyla oldukça ilgili. Tüm çocuklarını çok seviyorlar ve onlara gereken ilgiyi göstermeye çalışıyorlar. Kötü şartlarda yetişmemiş. Orta halli bir Amerikan ailesinin bir mensubu.
Her şey ne kadar da normal değil mi dışarıdan bakınca? Ya insanların içlerinde kopan fırtınalar? Kendi çatışmaları? Bunun için illaki boşanmış,dağılmış ailelerin çocuğu olmak vs. gerekmiyor. Ancak evet, kötü olaylar tüm bu sorunlara bir temel hazırlıyor diyebiliriz.


Filmdeki ikinci en önemli kavram ise "Zaman Döngüsü." Filmin sonunda da anlaşıldığı üzre olan olayların aslında hiç yaşanmadığı düşüncesine kapılıyor insan. Ancak bütün olaylar birbirine bağlı. Bu nedenle de kafası karışıyor. Bu karışıklığı gidermek için bu konuda biraz bilgiye sahip olmak yeterli.

Zamanla ilgili bir çok kavram ve teori var günümüzde ancak en yaygınları "Doğrusal Zaman" ve "Döngüsel Zaman" dır. Döngüsel zamanın diğer adları; çembersel,dairesel,sarmal zamandır.

Doğrusal Zaman: Bir olay yaşanır ve biter. Ötesi yoktur. Tekrarlanamaz ve asla bir daha yaşanamaz. Geçen an uzay boşluğunda sonsuzluğa doğru kaybolur. Günümüzde kabul edilen zaman anlayışı budur. Dünya üzerindeki bütün canlılar anı bir daha asla yaşamayacaklarmış gibi yaşarlar. İnsanlar tarafından oluşturulmuş evrensel yasalar buna göre şekillenir.

Döngüsel Zaman: Zamansal olayların sürekli devinim içerisinde olduğunu iddia eden olgudur. yani yaşadığımız an sürekli ve sonsuz kere tekrarlanır. Geri dönüşü ve değiştirilmesi olanaklıdır. Herhangi bir makine ile geri dönülebilir, zamanda ileri gidilebilir. 

Ancak henüz zaman yolculuğu gerçekleşememiş olduğundan dolayı bu iki olgunun dayandığı sağlam temeller yoktur. Yıllarca Nietzche, Einstein gibi önemli insanların incelediği, Donnie Darko, Kelebek Etkisi, Harry Potter gibi filmlerin konu temelini oluşturan "Zamanda Yolculuk" olayı hâlen bir bilinmez olarak öylece akılların bir köşesinde duruyor ve bizim onu sorgulamaya başlayacağımız dönemi bekliyor. Donnie Darko gibi filmler de bizim bu "Sorgulama Eksikliği " olan beyinlerimizde soru işaretleri bırakıyor ve bu nedenle de uyanan boşluk hissiyatından dolayı insanlarda "Çok kral film bu yaa." ibaresi uyanıyor.

Donnie Darko; bu döngüsel zamanda, geçmişin değiştirilebileceğini öngören bir film. Tüm film bu felsefenin / anlayışın tabanında çekilmiş desek yanlış olmaz. 

Çizgi Dışı olmanın dışlanmaya sebebiyet verdiği de işleniyor filmin yan temasında. Öğretmen-öğrenci ilişkisi, idarenin(gücün) insanlar üzerindeki etkisi yeniden sorgulanmaya itiliyor.


Öğretmenlerin, kitlelerce insanın takdir ettiği bir adamın, bir yaşam koçunun aslında pedofili olduğunu ortaya çıkması da "yüzeysel görünümlerin", "sosyal maskelerin" eleştirisi adeta.

Donnie Darko,üzerinde çok daha fazla konuşulması gereken bir film. İnsan yaşamının bütün dönemlerinde farklı izler bırakabilir. Farklı bakış açılarıyla , birden fazla kez izlendiğinde daha iyi sindirilebileceği şahsi kanaatimdir (:

Kısacası : İZLEYİNNNNNNNNNNNNNNNN!.. 



Werther: Yüzyılların Genci!

Goethe-Genç Werther'in Acıları adlı kitabı aslında uzun bir süre daha yazmayı planlamıyordum. Çünkü tek bir seferde bu kitapla ilgili olan duygu ve düşüncelerimi anlatabileceğimi zannetmiyorum.Belki yeni şeyler eklemek istediğimde editlerim bu yazıyı (:


Bu zaman diliminde birçok kişinin hemfikir olduğu şey; Genç Werther'in Acıları'nın gençlerin üzerinde yadsınamaz bir etkisi olduğudur. Tıpkı benim gibi bu kitabı ergenlik diye tabir ettiğimiz lise çağında okumuş insanların ruhlarının,kalplerinin gizli saklı bir köşesinde eminim ki hiç olgunlaşmamış bir Werther kalacak.

Romantizm akımınının getirilerini bu derece mükemmel ortaya koyan başka bir roman daha var mıdır acaba? Gerek tekniği, gerek sözcüklerdeki ahenk ve duygulanımcılık  Goethe'nin şu anda hala saygıyla ve beğeniyle anılmasının nedenini açıklıyor desek yanlış olmaz.

İnsan bir kitabı okuduğunda ağlar mı? Bir intihar mektubunu sanki kendisininmişcesine ,yazdıktan sonra tekrar eline alıp nasıl yazdığını kontrol ediyormuş gibi bir duygulanıma kapılarak okuyabilir mi? Kendisini bu derece büyük ve ilahi bir aşk yaşayan bu gençle bu kadar özdeşleştirebilir mi?

Goethe yapılamayanı yaptı bu kitapla. Aslında anlatmak istediği kendisiydi belki de. Bu konuda oldukça çok yorumlar yapılmakta. Zamanında iyice araştırdığım için bunları blogda bahsetmem hiç de zor olmayacağa benziyor (:

1774 yılından size doğru uzanan ve taa kalbinizin en derinliklerine dokunan bu el aslında zamanında Goethe 'nin boğazına da yapışmıştı. 

Goethe 1772 yılında, yani henüz yirmi üç yaşındayken Alman Yüksek Mahkemesinde asistan olarak çalıştığı sırada Charlotte Buff 'a aşık olur. Charlotte nişanlıdır ve bu aşk imkansızdır. Ne büyük bir tesadüftür ki Genç Werther'in Acılarında da kahramanımızın aşık olduğu kadının adı Lotte'die ve tesadüfe bakın ki o da nişanlıdır. 

Birçok otoriteye göre Goethe henüz yirmi beş yaşında ve karşılıklı mektuplaşmalar halinde yazdığı bu romanın kahramanı Werther'i, kendisini öldürmemek için intihar ettirtmiştir.  Her ne kadar Werther'in ölümü beni oldukça çok etkilediyse de Goethe'yi bize kazandırdığı için de çok mutluyum!
                          (Werther'in intihar anını gösteren bir resim)

Gel gelelim bu kitabın bu kadar sansasyonel olmasına:
Kitap yayınlandığı 1774 yılında bir anda başgösteren bir "İntihar Salgını" na neden olmuştur. Buna zamanın otoriteleri ve devlet adamları "Werther Salgını" adını vermişlerdir. Önelenemeyen bir şekilde ünlenen Genç Werther'in Acıları çeşitli dillere de çevrilmiş ve intihar salgını tüm Avrupa'ya yayılınca kitabın okunması ve bulundurulması yasaklanmıştır. Tam da  o çağdaki umutsuz aşıklara belki de bir yönden bir çözüm sunan bu kitaptan etkilenmemek neredeyse imkansız.

 Kitap yasaklanmış olmasına rağmen Werther'in sürekli giydiği sarı pantolon ,sarı yelek ve mavi ceket uzun yıllar moda olmuş ve gençler Werther'e olan saygılarından dolayı bu şekilde dolaşmayı uzun süre sürdürmüşlerdir. 

TAPILASI KİTAP!

Biraz da kitabın konusundan bahsedeyim;
Kitap Werther ve arkadaşı Willhelm'in mektuplaşmalarından oluşuyor. Ancak kitabın sonlarına doğru Willhelm konuyu ele geçiriyor ve Werther'in başına geçenleri anlayabilmek için , onun bir kaçış ,yeni bir başlangıç olarak görüp yerleştiği ancak intiharına sebebiyet veren kadınla tanıştığı Wahlheim'a gidiyor.

Werter büyük umutlarla gittiği Walheim'da aşık olduğu Lotte'nin nişanlısıyla evlenmesini sindiriyor ve Lotte ile görüşmeye devam ediyor. Aynı zamanda Lotte'nin eşi olan Albert ile de arkadaş olmaya başlayan Werther, Albert'in Lotte'yi cidden hak ettiğini düşünüyor ve elinden hiçbir şey gelmiyor.Günden güne eriyip biten Werther ise en sonunda kurtuluş yolunu seçiyor: Ölüm. Ancak Werther bunu bir son olarak görmüyor. Cennette Lotte ile yeniden karşılaşacağını ve bu seferki hayatında onunla birlikte olacağından emin bir düşünceyle hayata gözlerini yumuyor. Goethe ise Almanca'yı ustalıkla kullandığını bu romanda tam anlamıyla ispat ediyor.

Bazı kitaplar hayatı değiştirir, bazı kitaplar kendimizi daha iyi anlamamızı sağlar, bizi bize bir adım daha yaklaştırır. Werther Belki de istemeden de olsa intiharı süslü  bir çözüm olarak sundu önümüze ama böylesine çirkin bir şeyi bile inanılmaz bir zariflikle yapmasını bildi. Asil Werther; değerin bilindiği için çook mutluyum!

İşte romanın en sevdiğim bölümü:

"Son defa artık, son defa açıyorum bu gözleri. Ah, güneşi görmesinler, koyu sisli bir gün örtüyor onu. Böyle yas tut artık doğa ana! oğlun, dostun, sevgilin sonuna yaklaşıyor. Bu benzersiz bir duygu, yine de kendi kendine söylemek için, ağaran düşe en yakın o: bu son sabahım!SON!


Bu sözün anlamı yok benim için:son!Şimdi bütün gücümle durmuyor muyum, yarın ise, yerde ölü bir şekilde uzanıyor olacağım. Ölmek! ne demek bu? Bak, ölümden söz ederken bir düş görüyoruz.

Daha benim şimdi, senin! senin, ey sevgili!Ve bir an- kopmuş, ayrılmış- belki ebediyen? Hayır Lotte hayır-Nasıl yok olabilirim ben? Nasıl yok olabilirsin sen?-Biz varız ya!-Yok olmak!-Ne demek bu?

Bu yine bir söz! boş bir seda! Kalbim için hissiz--ÖLÜ..."

Werther... 


Narsizmin Annesi Nana ve Naturalizmin Babası Emile Zola

Yeşilçam filmlerindeki" şehvetli,can yakıcı güzellikte ve tehlikeli kadın " sembolünün belki de anasıdır  "Nana". 
Realizm akımının kan kaybettiği, naturalizmin ise ivme kazandığı bir dönemde Emile Zola bu başyapıtı ile naturalizmi doruğa çıkartmıştır. 
Nana aslında bağımsız bir kitap değildir. Birbirini izleyen romanlar bütünün ortasındaki bir kitaptır sadece. Bir tezi ispatlayabilmek için yazılmış olan bir kitabın bu kadar benimsenmesi ve yazılmasının üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hala narsizmin simgesi haline gelmesinin nedeni nedir?
Emile Zola'nın asıl amacı bir şaheser ortaya koymak değildi. Elbette ki bu da gayelerinden birisydi ancak  tam yirmi bir kitaptan oluşan "Rougon Macquart"  serisini yazmasının bir amacı vardı: "Determinizmi İnsan Üzerinde Açıklamak." Naturalistlerin romana sanatsal değil de bilimsel yaklaştıklarını biliriz. Roman Adeta bir deney sahasıdır onlar için. İnsanları incelerler. Mereden geldiklerini ,ne olduklarını, ne olacaklarını...

Bu nedenle her biri diğer bir kitap karakterine kan bağıyla bağlı olan Rougon Macquart  serisini yazmıştır Emile Zola. Amacı toplumsal yaşayışların insanları sadece belli ölçüde etkileyebileceğini, kişinin kaderinin zaten o doğmadan önce belli olduğunu kanıtlamaktır. Emile Zola'nın ve tüm naturalistlerin romanlarında göreibliriz bunu. Genelde düşmüş ve yoksul bir aileden gelen roman kahramanı sınıf atlamaya çalışır ve geçmişini reddeder. Ancak genlerine işlemiş olan bu yoksulluk ve düşmüşlük asla ve asla onun yakasını bırakmaz ve kahraman ne kadar çabalarsa çabalasın gene kendisini bu bataklığın içinde bulur.
Bu ne kadar doğru bir görüştür elbette tartışmaya açıktır. Determinizmin "Aynı olaylar aynı koşullar çerçevesinde aynı sonuca götürür." ilkesi bu tarz romanlarda en çarpıcı şekliyle hissettiriliyor bize.Karamsar olduğu su götürmez bir gerçek olan bu ilkenin bana çekici gelen kısmı da belki budur: Fazla gerçekci olması! İnsanları belli bir kalıba sokmak ne kadar yanlış olursa olsun günümzde "American Dream" olarak adlandırılan anlayışın biz o tabaka altı zavallı insancıkların hemen hemen hiç birisinin elinde olmadığını yüzüne vuruyor insanların.(American Dream: Hangi kouşllarda doğmuş olursan ol ileride bir fabrikatör hatta bir başkan bile olabilirsin anlayışı. ) (Ayrıca bknz. Amerika'da zencilere karşı yapılan muamele) (Ap ayrıca: Bu ne tutarsızlıktır ey Amerika? )
İşte Amerka'nın öngördüğü yaşam biçimi.Ne çelişkilerle dolu! Oysa Emile Zola başta olmak üzre ; Concourt Kardeşler, Jhon Steinback, Guy de Maupassant ve nice değerli yazar belki biraz sert çizgilerle yazdılar insanların makus tarihini. O bitmek tükenmek bitmeyen umutlarının nasıl söndüğünü, doğdukları bataklıktan kurtulmaya çalışan insanların aslında çırpındıkça battıklarını nasıl görmediklerini, hangi güçlerin onları tüm vücutları balçık , çamur içindeyken hala nefes alabiliyorlarsa bunun için o "güce" şükretmeleri gerektiğini gösterdiler bize tüm çıplaklığıyla.
Emile Zola'da tüm bu gerçekliği bize göstermeye , tezini doğrulamaya çalışırken ölümsüz bir karakter yarattı : NANA!
Annesi bir hayat kadınıydı Nana'nın. On altı yaşındayken aşık olduğu kasabın oğlundan hamile kalmıştı. Oğlu veremden öldüğünde yedi yaşındaydı ve süt annede kalıyordu. O ise o sırada Paris'in en güzel tiyatro sahnelerinden birisinde yarı-çıplak olarak oynadığı, Klasik Dönem'in (Klasisizmin) taklit edilmesiyle oluşturulmuş bir metindeki tanrıca rolünü canlandırmaya çalışıyordu. Tüm Paris ona hayrandı.Masmavi gözlü,beline kadar kızıl-sarı saçlıydı. Sabah akşam evinin kapsından erkekler eksik olmuyordu. Dönemin en ünlü iş adamlarının metresiydi o. Evinin kirasını, giderlerini metreslikle karşılıyordu.
Adına yarış düzenlenebilecek kadar ünlenmişti Nana Paris'te. Aşıkları intihar ediyor, metresliğini yapmayı bıraktığı iş adamları kapısında ağlaşıyordu. O ise sadece tüketmeye devam ediyor, sorgulamıyordu.Zengindi ve güçlüydü.
Oğlunun ölümünden sonra travma geçiren Nana daha sonra da hastalığa kapıldı. Her yeri yara içindeydi. Bulaşıcıydı ve para akışı yoktu artık. Tedavi olamıyordu. 
Yattığı hastaneyi dolduran hayran kitlesi hala onu o genç ve muhteşem haliyle hatırlamaya çalışıyor, zamanında kocalarını ona kaptırmış olan kadınlar kendi aralarında konuşurlardı.
Paris'in en sansasyonel kadını ortadan kaybolmuştu.
Bazı rivayetlere göre Osmanlı vezirlerinden birisinin karısı olmuştu. Bu İran Şahı da olabilirdi. Rus Çarı da söylenenler arasındaydı. ancak herkesin bildiği tek şey vardı; Nana Devri kapanmıştı.
Emile Zola böyle bir kadın karakterini yaratırken "kalburüstü" diye nitelendirdiğimiz, zamanın Parisinin göbeğinde yaşayan insanların ne denli yozlaştığını gözler önüne serdiğinin bilincindedir mutlaka. Asıl amacı budur desek hatta daha doğru da olabilir. Nana'nın bitmek tükenmek bilmeyen arzularının ve hırslarının arkasında kalan olayların hepsinin yaptığı göndermeler ve kitaptaki tiplerin ,karakterlerin zenginliği Nana'yı başyapıt yapan nedenlerden sadece bir kaçı. 
Ölmeden önce okunması gereken, kalın malın aldırılmaksızın insanın kormadan eline alması ve bitirmesi gerkeken bir kitap.
Arkanda böyle bir şaheser bıraktığın için teşekkürler Emile Zola...