Ederlezi'nin Hissettirdikleri..


Ederlezi ,



İngilizce bir şarkı,


Goran Bregoviç, Çingeneler Zamanı filmi için, üzerine çingene  lehçesinden sözler yazmış. 


Sözlerini bilmiyor dinleyenler. Yalnızca küçük bir kızın ağıdını duyuyor.


Seslenişini, üzüntüsünü içinde hissediyor.


Bir kişinin ne söylediğini anlamadan, ne söylemek istediğini bilmenin tadını yaşıyor.




"boşnak kızlarına geç kalmış bir özür" 


ederlezi goran,ederlezi
kızların ağıtlar düzerken bosna yaylalarında,
 acıya bulanmıştı şenlikleri,
 ederlezi yine gelmişti her sene geldiği gibi,
 ne bilsin burada yetim kızlar var
 bu sene ederlezi babasız kalmıştı
 yetim kızların yürekleriydi gelen. 
sarı saçları mavi gözleriyle,
 gökyüzü bile özenirdi güzelliklerine,
 deniz utanırdı mavisinden,
cenazelere uğurlanmıştı ederlezi,
şurada yatan kefensiz, babalarımızdı
boşnak kızları goran'ın,
yetimdi sarıları, yetimdi mavileri. 
ah ederlezi, niye geldin bu senebilmez misin,
buradaki kızlar yetim
şurada yatan babalarımızdı, kefensiz
yaslar bağladı sarı saçlarımız
babasızdı mavi gözlerimiz
ve goran, haykır yine bosna dağlarına
ederlezi kızlarım, ederlezi.
Tuna Kiremitçi

Goran Bregoviç'in düzenlediği Ederlezi'den etkilenerek yazmıştır.

21.Yüzyıl Zombilerinin Savaşları


The Cranberries'in 1994'te yaptığı bu şarkı aslında geçmiş, şimdi ve geleceğimizin kısa bir özeti.

Toplumların yıllardan beri süregelen birbirlerine karşı olan bakışlarını konu alıyor. Mor ve Ötesi-Bir Derdim Var'da denilen gibi:" Gelme yanıma, sen başkasın ben başka."

Bunu kim adapte etti insanların kafasına? "Terör"ü doğuran etmenler neler?

Her ülke, evet Türkiye'm de dahil olmak üzere terörizmle başı dertte olan her ülke için geçerli olan bir şey var: Nedensiz yere terör olmaz. Mutlaka geçmişte bir yerde yapılan yanlışlar vardır. Ancak halk susar,susturulur, unutur. Terörden, ayrımcılıktan, kaostan çıkarları olanlar ise bu durumları yakalamayı iyi bilir ve üzerine giderler. Böylece kabuk tutmuş yara kaldırılır ve eskisinden daha da beter kanamaya başlar. 

Peki kim bunun suçlusu? İnsanların birbirlerine bakışlarını değiştirip "ötekileştirmelerine" neden olan şey ne? "Amerika, hoop onun da arkasında İsrail var."

Bu kadar yoz muyuz? Basit mi bu kadar? 
11 Eylül, şarbon krizi, Sudan'da olanlar, domuz gribi ve belki de hiç duymadığımız olayların tek sorumlusu olarak çıkarları doğrultusunda her şeyi yapabilecek Amerika'ya mı atmalıyız çamuru? Biz de oyunun bir parçası olmak için yanıp tutuşmuyor muyuz? Ondan sevgili başbakanımız her yerde " Ben Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanıyım " diye tepinmiyor muydu?

Bazı şeyleri bilirsiniz. Az ya da çok bilinçlisinizdir o konuda. Facebook,'da Twitter'da kurtarırsınız ülkeyi, dünyayı. Nefretinizi oralarda kusarsınız. Kim bunlar? Sen, ben , o...

Kendi aramızdaki bölüşmelerden, kavgalardan kör olan gözlerimiz bizim bugün 2.Körfez Savaşı'nı televizyonlardan izlememize, arada bir "Puuh!" dememize neden olmuyor mu? 

Olan çocuklara oluyor. Nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar. İster Hitler' in askeri olan bir çocuk olsun ister bir teröristin. Nedenini bilmediği bir kinle öfkeyle donatılmıyorlar mı? Biz de donatılmadık mı?  

Bizden olanların olduğu yerlerde takılıp, olmayanları ötekileştirmedik mi? Kim öğretti bunları bize? 

Medya, siyasetçiler, tarikatlar, dershaneler, ağabeyler, ablalar,en önemlisi de ailemiz; bizi içimizde,derinlerde git gide büyüyen bir kine neden olmadı mı? 

Çamuru Amerika'ya, İsrail Locası'na,  Almanlar yenildiği için biz de yenildik laflarına atmadan önce bir aynaya bakalım. Biz yan komşumuzu dışlarsak, terör için, savaş için ne yapabiliriz?


Another head hangs lowly,
Child is slowly taken.
And the violence caused such silence,
Who are we mistaken?

But you see, it's not me, it's not my family.
In your head, in your head they are fighting,
With their tanks and their bombs,
And their bombs and their guns.
In your head, in your head, they are crying...

In your head, in your head,
Zombie, zombie, zombie,
Hey, hey, hey. What's in your head,
In your head,
Zombie, zombie, zombie?
Hey, hey, hey, hey, oh, dou, dou, dou, dou, dou...

Another mother's breakin',
Heart is taking over.
When the vi'lence causes silence,
We must be mistaken.

It's the same old theme since nineteen-sixteen.
In your head, in your head they're still fighting,
With their tanks and their bombs,
And their bombs and their guns.
In your head, in your head, they are dying...

In your head, in your head,
Zombie, zombie, zombie,
Hey, hey, hey. What's in your head,
In your head,
Zombie, zombie, zombie?
Hey, hey, hey, hey, oh, oh, oh,
Oh, oh, oh, oh, hey, oh, ya, ya-a... 



John Titor; Gelecekten Gelen Asker.

John Titor, 2000/2001 yılları arasında ortaya çıkmış, kendisinin  2037 yılından bir görev için gelen bir asker olduğunu iddia etmiş. Görev de, 1957 yılına IBM 1500 adlı ilk bilgisayarın 2036'daki bilgisayarları ayıklama işlemi yapacağıymış. 


Bilimum sözlüklerde tartışmalar oldu bu adam hakkında. Teknik terimlerle uzaktan yakından alakası olmayan birisi olarak, 2036 yılından neden dünyanın en külüstür bilgisayarını almak için geldiğinği dilim döndğünce açıklayayım: Öğrendim ki, günümüzde 32 bilmemnelik bir şey kullanılıyormuş. Eğer 2035 yılına kadar 64 bilmemnelik şey icat edilemezse, bilgisayarların büyük sorunlar yaşayacakları,  tarihlerinin değişeceği vs. var sayılıyormuş. Buna benzer bir şeyi 2000 yılına girerken yaşamıştı dünya diye hatırlıyorum. İddiaya göre bilgisayarlar 2000 tarihini anlayamayacaklardı böyle çok feci öcü böcü şeyler olacaktı. Hiç de bir şey olmadı!!




http://www.timetravelinstitute.com/


http://www.anomalies.net/page/home

Girdim baktım bu sitelere. Forumlarındaki yazılarda cidden John Titor diye birisi var. İngilizcem döndüğü kadar okudum ettim  gelecek 20 yılda Amerika'nın başına geçecek başkanları söylememiş beyefendi. Ortalık karışırmış. 1998 doğumlu olduğunu söylüyor kendisi. Yani kendisinin 2 yaşındaki haliyle aynı zamanda olması gerek. Sarmal zaman, paralel aman vs. tabii girsem şimdi o konulara çıkamam ben beynim patlar ben çıkamam o derece.


Bir sorun da neden 2000'e geldin a azizim? 1975'deki ilk bilgisayarı almak değil mi amacın? Kişisel nedenler dolayısıylaymış... Hımm... 


Mart 2001'e kadar forumlarda yazmış, insanların sorularına az-çok cevap vermiş ve bir anda yok olmuş ortalıktan. 


Bazıları o sitelerin yöneticisi olduğunu iddia ediyor. Bazıları sadece bir şizofren olduğunu. Ancak ona inananların sayısı yadsınamayacak kadar çok.


John Titor Kurumu'nun( evet bir kurumu var ! ) yayınladığı bir kitap var : John Titor A Time Traveler's Tale.


Hakkında film de çekilmiş. 


Adına bir sürü internet sitesi açılmış. İnsanlar hala tartışıyor söylediklerini, gerçekliği.


İddia ettiğine göre 2015 yılında Üçncü Dünya Savaşı çıkacakmış. Halklar önceki savaşlardan bile daha çok etkilenecekmiş ve ancak 20 yılda toparlanılabilinecekmiş.


Tamam hadi bunu göz önünde bulunduralım. Ancak 2004 yılından sonra Olimpiyatlar'ın oynanmayacağını ve 2005 yılında Amerika'da bir iç savaş çıkacağını söylemiş bu abimiz. Olmadı bunlar ama gene de açıklaması var:


Biz her hareketimizle yeni bir olay yaratıyoruz. Yeni bir evren. Her evren kendi içerisinde sonsuz ihtimal barındırıyor ve bizim şu anda yaşadığımız zamanla paralel olarak ilerliyor. John Titor'un 2004 yılından sonra Olimpiyatların yapılmadığı, 2005'te Amerika'da iç savaşın çıktığı başka bir paralel zaman evreninden gelmiş olması mümkün. Her yanlışın bir kulbu da var anlayacağınız yani!!


Kendi zaman makinesinin kullanım kılavuzunu fotokopi çektirip scanlemiş . Ben gördüm. Akümülatöre oklar çizilip bir şeyler yazışmış haline benziyordu. O zaman biz de yapalım en güzelinden bir zaman makinası? Madem kılavuzu var?




http://www.anomalies.net/object/johntitor.html




bütün fotoğraflar mevcut burada.


Bu adam bir şizofren ya da şarlatan olabilir ancak Phelelphia ( gibi bir şeydi ya? ) Deneyi de ne ola ki? Ona da sonra göz atarım burada.




Dünyada birçok garip olay oluyor. Eğer zaman makinası ileriki tarihlerde icat edildiyse bile tüm bu olayların büyük bir gizlilik içerisinde yapılmış olduğu gerçeği, ortalığı 10 yıldır karıştıran John Titor 'u  daha da bir şizofreniye yaklaştırıyor. 











Anarşizmi Hollywood'la Tanıştıran Film: V For Vendetta

Remember, remember

the fifth of november





Diye başlar film. Tarih 5 kasım 1605'tir. Guy Fawkes, İngiltere'deki o ünlü Parlamento Binası'nı havaya uçurmaya niyetlenir ancak barut alev almaz. Yakalanır ve idam edilir.

"Bu maskenin altında bir fikir var Mr. Creedy ve fikirlere kurşun işlemez" => bu da filmin sonundaki mesaj dolu quote.



V For Vendetta'nın çizgi romanı ve filmi arasında  dağlar kadar fark var. "V" nin asıl yaratıcısı Alan Moore, filmin senaryosunu gördükten sonra fiyasko olarak değerlendirmiş, onun anlatmak istediğinden çok uzaklaşmış, Hollywood'a adapte edilmiş bir senaryo olduğunu söylemiştir. Doğruya doğru şimdi! Olaylar filmde de çizgi romanda da bambaşka ilerliyor. Filmde, senaryoda açık kalmış yerler çizgi romanında kemik olaylar olarak gözüküyor. Bundan olsa gerek, Alan Moore, film versiyonunda kendi adının geçmesini istememiş. Kendi çocuğu olarak görmemiş "V"'yi.


--spoiler--
 V,'nin maskesinin arkasındaki yüzü film boyunca görmüyoruz.Ancak,  yirmi sene önce ( çizgi romanda beş)  götürüldüğü Larkhill Toplama Kampı'nı havaya uçurduğu için bütün vücudu yanık.
--spoiler--

Filme dönersek; yıl, iki bin yirmiler. Amerika, Ortadoğu ile başa çıkamamış. Terör İngiltere'ye de yayılmıştır. Ülkenin en büyük su arıtma tesisi kirletilmiş, St.Mary's adlı bir olayda bir okul dolusu çocuk radikallerin yaydığı salgın bir hastalık sonucu öldürülmüştür. Ayrıca İrlanda ve İskoçya'ya da müdahale edilmiş ve yüzlerce kişi ölmüştür. 

Bu sırada, Muhafazakar Parti'nin başkanı Mr. Sutler ( çizgi romanda Susan) halkın bu paniğinden faydalanıp çok büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiştir.Bundan böyle Sutler'ın diktatörlüğü başlamıştır.

Bir anda, göya virüs yayarak ve şiddet eylemlerinde bulunarak İngiltere halkından olan binlerce kişiyi öldüren teröristler suçlarını itiraf etmişler ve asılmışlardır (!) St.Mary's de öldürülen çocuklar adına bir anıt yaptırılmıştır. Halk korkuyla bastırılmış, sokağa çıkma yasağı koyulmuş, yiyecekler, içeçekler ,kitaplar, müzikler yasaklanmıştır.

Buna rağmen İngiltere halkı için Sutler ve ekibi kurtarıcılardır. 

Muhafazakar Parti'nin en önemli üyelerinden, Irak, Kuzey Irak ( kürdistan) ve Afganistan'da bulunmuş eski bir asker, ülkede teröristlerin yaydığı ve binlerce kişiyi öldüren virüsün ilacını bulan ilaç firmasının ortaklarından birisi ve devlet televizyonunun en çok izlenen programı "Halkın Sesi" nin sunucusudur.
(adını hatırlayamadım affola ) 

Müslümanlar, gayler, lezbiyenler, kısaca "ötekiler" yok edilmesi gereken mahlukatlardır. Evet, böyle bir şeyin Muhafazakar Parti' den beklenmemesi zaten çok garip olurdu.

Ancak, her etkinin bir tepkisi vardır. Her ideolojide ve yönetimde mutlaka bir karşı-dönüş yaşanır. Elbette İngiltere halkının bir bölümü isyan etmiştir ancak askeri gücü elinde bulunduran Sutler, onları susturmasını iyi bilmiştir.



                 "Birleşmeden doğan güç, güçten doğan sadakât."
        (diyor fotoğrafta Muhafazakarlar.)

Hikayemiz erkek kardeşi St. Mary's Olayı'nda, okuldayken ölen, bunun üzerine anne ve babası siyasi çatışmalara giren ve annesi gözlerinin önünde dövülüp, kafasına çuval geçirilip götürülen, beş sene boyunca yetiştirme yurdunda kalmış bir kız,Evey ile, Muhafazaklarların kendi elleriyle yetiştirdikleri bir adamı konu alıyor: "V" yi.

"Onların insanlara ve bana yaptıkları canavarcaydı." diyor V.
"Ve bir canavar yarattılar, seni."diye cevap veriyor Evey.

Doğruya doğru şimdi (:

V, 5 Kasım günü Adalet Sarayı'nı havaya uçuruyor. Hükümet bunu televizyon haberlerinde bilinçli bir "yıkım" olarak gösterse de, devlet televizyon binasını ele gerçien "V" asıl vermek istediği mesajı veriyor: "Bu halkın kaybettiği umudu kazanmaya ihtiyacı var." "Seneye 5 Kasım gününde Parlamento Binası'na gidelim ve bunu gösterelim." diyor.

Kendi elleriyle teslim olmuş insanlar için bu kadar uğraşmaya değer mi? Olumlu sonuç alma ihtimali nedir bundan ? Tabii Türkiye şartları düşünüldüğünde bana pek mümkün gibi gözükmüyor ancak V kararlı, sonucu ne olursa olsun. Uyanış gerekli. "Binalar sadece sembollerdir ." sözünü o söylemiyor mu?

V,sırayla insanları öldürüyor. Bir amacı var ve bunu ne olursa olsun yerine getirmeye kararlı. Öldürdüğü herkesin yanına nesli tükenmiş bir gül koyar. 


Öldürdüğü bir doktorun günlüğünden anlıyoruz ki, Larkhill Toplama Kampı'ındaki "ötekiler"den birisidir V. Çizgi romanda V'den bahçıvan olarak bahseder. Kim olduğunun söylendiği kızımları V kopartmıştır. Ancak filmde, güllerin nasıl ve nerede yetiştirildikleri bilinmiyor. Ayrıca V sanki toplama kampına gittiğinde geçmişini hatırlamıyormuş gibi veriliyor. Bir gay? Müslüman? Yahudi? Arap kökenli? Bilinmiyor..

Bütün normal dışı olan insanlar bu kamplara götürülüyor ve üzerlerinde deneyler yapılıyor. Asıl amaç, halkı Sutler'a yaklaştıran ,teröristlerin yaydığı(!!) hastalığı yaymak. Ancak panzehire de ihtiyaç var. O nedenle bu insanlar, hastalığa karşı direnç gösterebilen birisi çıkana kadar toplanıp, öldürülüyor (80.000 kişi) ta ki V numaralı hücrede yatan "V" mide kadar. O, yeni düzeni balatan ve insanların  Sutler'a bu derece sığınmasına neden olan kişi. Kanından ilaç yapılıyor ve Muhafazakar Parti'nin üyesi,Halkın Sesi'nin  ilaç firması köşeyi dönüyor. 

Evey..Çizgi romanda, kardeşi yok. Annesi, açlıktan ve kötü koşullardan dolayı hastalanarak ölüyor. Babası gençliğinde sosyalist bir grupta yer aldığı için yakalanıp öldürülüyor. Dokuma atölyesinde çalışıp orada kalan, on altı yaşında bir kız ve tıpkı diğer arkadaşları gibi o da fahişelik yapmayı deniyor. Ancak ilk gecesinde "parmaklara", yani polislere yakalanıyor ve tam tecavüze uğrayacakken V imdadına yetişiyor. Onu kendi yaşadığı Gölge Salonu'na götürüyor.

Çizgi romandaki Evey daha saftorik. Filmdeki Evey'e göre IQ seviyesi düşük gibi..
Tabii daha küçük olmasının da rolü vardır bunda bilemiyorum.

İnsanlar tutuklanıyor, kayıplar, öldürülenler, baskı... V hemen herkes için yeni bir umut oluyor ve İngiltere'de V nin maskelerini takıp soygun yapanlar, suç işleyenler ortaya çıkıyor. Tam bir Kaos!!


 V'nin Evey'e verdiği ders filmin en önemli olaylarından birisi." Hay anasını!" olmamak elde değil.

Anlatmıyorum sonunu bana ne!

Kıssadan hisse; evet, bilgili kesmin "Aman amanan arşiyi V For Vendetta'dan öğrenmiş bir genç daha!." sözlerine aldırış edilmeden izlenmesi gereken bir film. Çizgi romanı daha da bir okunmalı, evet!

Brave New World





Cesur Yeni Dünya ile tanışmam, lise ikinci sınıf psikoloji dersinde olmuştu. Ütopyalar başlığı
altında tanıtılan kitapların ( George Orwell- 1984, Campanella- Güneş Ülkesi , Platon-Devlet 
Thomas More-Ütopya ve Aldous Huxley- Cesur Yeni Dünya ) en ilginciydi benim için Cesur
Yeni Dünya.



Diğer kitaplarda tamamen belirli bir baskı vardı. Çocuk yapma, cinsellik , mülk edinme , özel
yaşamın gizliliği gibi günümüz insanı için bile son derece önemli olan konular diğer tüm
ütopyalarda  farklı şekillerdeki baskılarla denetim altına alınmış, sindirilmişti. Ancak Aldous
Huxley ‘nin
yarattığı  bu cesur dünyada, görünür bir baskı yok. İnsanlar  henüz doğmadan zaten belli bir
denetim altında tutularak  kuluçkalama merkezlerinde “yapay” olarak üretiliyor ve
Hindistandaki kast sistemi gibi bir sistem ile , alfa,beta, delta, gama, epsilon ve yarı moron
olarak tüplerde oluşturuluyorlar. Ne  iş yapacakları, hayatlarında nelerle karşılaşacakları belli.
Diğer ütopyalardaki gibi cinselliğin ayıp sayılması gibi bir durum yok. Aksine insanlar “toplu
seks-poplu seks” vari şarkılarla hayatı hoşbeş edip sonrasını düşünmeden, kimseye gerçek bir
bağ gütmeden yaşıyor-pardon yaşatılıyorlar.

Gel gelelim Bokanovksy gruplarına. Birbirlerinin tıpatıp aynısı düzeinelerce insan. Kitabı
okumaya başladığımda  derin bir öfke duymuştum. Nasıl yapabilirler? Etik mi? Hiç kimse
kalkıp buna itiraz etmiyor mu? Diye. Çünkü öğrencilere kuluçka merkezini gezdiren Mr.
Foster , İngiltere’deki Bokanovski gruplarından yeterince verim elde edemediklerini,
Bazı başka ülkelerde yumurtaların çok daha fazla sayıda tomurcuklanabildiğini söylüyor ve
bundan derin bir üzüntü duyuyordu. Kitabı okumaya başladığım zamanlarda bu bana son
derece acımasızca gelmişti. İnsanlar annesiz, babasız, yapayalnız. Onları “belli işleri
yapmaları için” oluşturan insanlar var ve bazı insanların yüzlerce kopyası var. Delilik!
Ancak daha ileriki sayfalarda, uykuda şartlandırılmayı, Pavlov’un köpeklere yaptıklarının
bebeklere uygulanıp onları tüketimden alıkoyan, zihinlerini ve sorgulama yetilerini geliştiren
her şeyden uzak durmalarını sağlayan  eğitimleri, denetleyicilerin ; insanların yalnız
kalabilme(yani bir başına durup düşünebilme) haklarını  çeşitli duyusal filmlerle,  bir nevi
uyuşturucu olan somayla suistimal etmeleri , insanların hemen her türlü  sorgulamaya ve
düşünmeye iten kitaplardan uzak tutulmasını okudukça neden insanların yönetime karşı
çıkmadığını, birey olma kavramının beyinlerine oluşmadığını  anladım. Bu şekilde
şartlandırılan insanların  böylesi bir dünyada tıpatıp benzerleri  olması iyi bile sayılabilir
hatta!!

Tüplerin içinde yetişmiş, zekası ve fiziksel özellikleri ait olduğu gruba göre eksiltilmiş veya
arttırılmış, birey olduklarının farkında olmayan ve alenen yaşayan insanların bir şeyin etik
olup olmadığı hakkında bir görüşe sahip olmasını bekleyemem. Ancak günümüzde bize
verilen( elde ettiğimiz demek bence saçmalık) özgür düşünce ortamı(!!) el verdiğince insan
klonlamanın, hayata ,fiziksel özelliklere, zekaya müdahalede bulunmanın etik olup olmadığı
kavramı üzerine konuşulabilir.

Koyunlar, kuzular, tavuklar klonlanarak belki daha fazla verim elde edilebilir.( Elbette
klonlamanın bir tavuğun maliyetinden daha ucuz olduğu zamanlardan bahsediyorum) Ya
insan? Etten, kemikten, düşünebilen, duyguları olan, belki de bir ruhu olan insan? Günümüz
şartlarında klonlanan insanlara zaten gerek yok. Cesur Yeni Dünya’da ayak işlerinde
çalıştırılacak koyunlar klonluyorlar. Bizde zaten yeterince koyun-insan yok mu? Şartlar
ancak kitapta anlatılanlar gibi olursa, kimse klonlamaya sesini çıkartmaz veya klonlananların
“Vay bana sordunuz mu klonlarken?”, “ Sizin boyunduruğunuz altında yaşamak
istemiyorum.”, “ Asıl olan benim diğerleri klon” tarzı söylemlerde bulunmaları ihtimal
dahilinde bile olmazsa ancak “başarılı” olabilecek bir insan klonlama işleminden
bahsedebiliriz. Ha etik mi? Benim açımdan korkunç bir şey.Çünkü her bireyin kendine özgü
bir zekası, düşünme tarzı, sevme,sahiplenme biçmi  ve kaderini belirleme hakkı vardır. İster
Milattan Sonra 2010 yılında olalım ister Ford’dan Sonra 625 yılında, hiçkimsenin ve hiçbir
gücün bireyin birey olma hakkını elinden alma hakkı yoktur.

Şu anki dünya düzeninde insanın insan olmaktan kaynaklanan hakları hemen hemen bütün
devletlerce kabul edilmiş durumda. Bunu korumak ise devletin, yani gücün görevi.  Yaşama,
Barınma, Beslenme, eğitimin başlıca haklarımız olduğu yıllardan beri okul kitaplarımızda
yazar. Devletin görevi de vatandaşlarının yaşamını ve konforunu güvence altına almaktır.
Sosyal devlet anlayışı da buradan ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum. Devlet Hastaneleri,
Aş evleri, okullar,sığıma evleri hep bu amaca hizmet ediyor. Ülkemizde her ne kadar devlet
okullarındaki imkanlar özel okullardakilerden çok çok daha kötü, devlet hastaneleri özel
hastanelere göre son derece bakımsız ve işleyişi yavaş olsa da, devletimizin; sosyal devlet 
olma görevinin ilk aşamasını bir nebze yerine getirdiğini söyleyebiliriz. 

“Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” sözü bence herhangi bir özgürlüğü ifade etmediği gibi
insanları, yani yarım gramlık soma almadan yalnız başına kalıp düşünebilen, iktidar,
yükselme hırsı olan , mümkün mertebede sorup sorgulayabilen “bireyleri” birbirinden ayıran
birincil faktördür. Evet, bu şekilde işleyen bir serbest piyasada ekonomi düzelebilir, rekabet
ortamı olduğu için teknoloji  çok daha hızlı bir şekilde  ilerleyebilir. Bu teknolojiden ,
gelişmelerden faydalanan haberi olan insan sayısı da artmış olabilir.Ancak bu “ ayranı yok
içmeye, tahtrevanla gider el yıkamaya” atasözünü de beraberinde getirmez mi?

Devletin bireylerin üzerinden “görünür” baskıyı çekmiş olması, tv , internet , wii, play station
ın başından ayrılmayan, bu uğraşları  bir “zaman harcama” olarak görmediğinden bütün gün
işte çalışmaktan yemek yapmaya zaman bulamayan ve “fast food”la beslenen, televizyona
çıkan
“teen idoller “gibi giyinip taksitle veya inanılmaz  faizlerle birincil,ikincil belki de üçüncül
ihtiyaçları olan şeyler alan, sonuçta zihnimize kazınan reklamlarla bizi  tektipleştirip
bireysellikten çıkartan da odur. Bunun sonucunda ise, kendi eski başkanları
“George Kennedy kimdir?” sorusuna “Film yıldızıydı sanırım.” Cevabını veren
azımsanamayacak azınlıklar ortaya çıkartmaktadır. Ee hani özgürdük? O zaman ben nasıl
gittim, özgür irademle dünya üzerinde milyonlarca kişide olan bu ayakkabıya maaşımın
yarısını verdim? Burada savunduğum herhangi bir ideoloji değil. Özgür iradesiyle hareket

edebilen ve birey olduğunun bilincinde olan insanların nerede olduğunu merak ediyorum
sadece. Ben onlardan birisi değilim. Hayır, Fenny Crowne  da değil. İkimizin arasında
yaşadığımız coğrafya ve yüzyıllar dışında belki de hiçbir fark yok. Fenny , birlikte
olabileceği erkekler, alabileceği şeyler, oynayacağı oyunlar, gideceği filmler konusunda son
derece özgür olduğunu düşünüyor. Devleti onu hastalıklardan koruyor, sağlık hizmeti
sunuyor, hatta psikolojik danışmanlık hizmeti bile var. Hayat ona güzel!
Oysa Bernard  birey olduğunun farkında. Kuluçkada olduğu zaman yapılmış ufak bir hata
onun boyunun  Delta grubuna mensup insanlarınkiyle eşit olmasına neden olmuş. Oysa ki o
bir Alfa artı! Bu nedenle kendinden aşağı seviyede olanlardan yeterince saygı görmüyor, Alfa
olanlar tarafından küçük görülüyor. Bu nedenle de yalnız, küskün ve kompleksli. Belki de
Fenny ‘nin asla ve asla tercih etmeyeceği bir durum ancak ben o koskoca dünyada Bernard ve
Helmholtz gibi birey olduğunun farkında ve bu nedenden dolayı acı çeken birisi olmayı
yeğlerim.

Kitaptaki bir diğer “insanlık dışı” diye düşündüğüm şey, bir sürü bebeğin kitap ve çiçeklerle
dolu bir odaya koyulması , bebeklerin çiçek ve kitaplarla oynanmasının istenmesi ve sonra da
odanın tabanından elektrik verilmesi. Bu olay haftalarca, yüzlerce kez tekrarlanıyor ve bu
şekilde bebeklerin hayatları boyunca çiçekler ve kitaplardan uzak durması sağlanıyor. Kulağa
korkunç  geliyor değil mi? Şu anda bizim yaşadığımız hayat daki bazı olaylar da belki
bundan beş yüz yıl önce yaşamış birisine böyle geliyordur? 

Kitaplar ve çiçekler... Denetçilerin, yani dünyada düzeni sağlamakla görevlendirilmiş
elçilerin, neden insanları kitaplardan uzak tutmak istediklerini az çok tahmin edebiliyoruz. 
Başka hayatlar yaşamayı düşlemek, empati kurmayı öğrenmek, çoşkulanmak, sevgiyi, aşkı
öğrenmek, hayat ve gelecek hakkında sorular sormak, “Ben neyim?, Ne olacağım?” diye
sorular sormak.Denetçilerin denetleyemeyeceği,adı üstünde “denetlenemez” bilgileri elde
etmek ve daha niceleri. Peki ya çiçekler? Neden cesur yeni dünyanın düzen koruyucuları
insanları çiçeklerden uzaklaştırmak istesinler? Bunun nedenini Mr. Foster çok tatmin edici bir
şekilde açıklıyor.Çiçeklerin herhangi bir zararı olmadığı ancak yararının da olmadığını ,
insnaların boş vakitlerini geçirmek için parklara gitmesinin son derece güzel bir şey olduğunu
ancak malesef ki masrafsız olduğunu söylüyor. Bu nedenle insanların piknik yapıp doğanın
tadını çıkartmaları yerine oradaki  çeşitli sporları yapmalarının her zaman tüketmeye yönelik
olan hayatları için en iyisi olduğunu ve bu nedenle insanların çiçeklerden nefret etmelerini
sağlayıp para harcamaya yönlendirildikerini belirtiyor. Oldukça ilginç bir bakışaçısı.
Gaddarca , acımasız ama başarılı.

Psikoloji dersi görmüş insanlar  Pavlov’u ve köpeklerini iyi bilir. Cesur Yeni Dünya’da  da
insana verilen değer, Pavlov’un köpeklerine verilen değer kadar , belki de daha da düşük
olduğu için, zaten şişelerde , yapay bir şekilde oluşturulmuş, kendisi gibi yüzlerce
Botanovsky kopyası olan minik bebeklerin  elektrik şoku alıp  şartlandırılmaları  doğal olsa
gerek. Bugün devletin stratejisi gereği bir bankada patlatılan bir bombada kaza eseri orada
bulunan insanın ölmesi gibi bir şey değil mi bu? Hatta daha dürüstçe, çünkü aleni bir şekilde
yapılıyor. Amaç uğruna üretlien insanların  şu anda amaç uğrauna ölenlerden farkı ne? Neden
bize Cesur Yeni Dünya’daki  klonlama, psikolojik şartlandırma, rüyada öğretim, tüketime
alıştırma, kitaplardan yoksunluk, anne-babadan yoksunluk garip ve imkansız geliyor? Bu
olaylar sadece günümüzde yapılanların birer simgesi. İki yüzyıl önce yapılanların da...

Ütopya; gerçekleşeceği öngörülen bir düzeni ; biraz geçmiş ve günümüzden etkilenerek, biraz
da hayalgücü ve felsefe ile birleştirip oluşturma halidir. Evet, tamamen kendi tanımım ancak
yanlış olduğunu düşünmüyorum. Ütopyalara baktığımızda, cidden son derece önemli
toplumsal eleştirilerle karşılaşıyoruz. Geçmişte ne kadar özgürdük? Şimdi ne kadar özgürüz?
Bunları öngörerek iskeleti oluşturulan bir “ ütopik dünyanın” her ne kadar ilginç ve sıradışı
görünse de ileride kitaplarda geçen ütopik olayların bazılarının gerçekleşeceği kuvvetle
muhtemel. Evet, belki 1984’te bizi sürekli izleyen bir “Big Brother” ortaya çıkmadı ancak 
günümzüde ülkemizin en büyük sorunlarından  “özel yaşamın gizliliği”, “konuşmaların kayıt
altına alınması”,”izlenme” gibi devletin insanların özel yaşamına fütursuzca burnunu sokması
durumu George Orwell’ın biraz da abartarak öngördüğü “korku toplumu” olmaya
yaklaştığımızın kanıtı olarak gösterilemez mi?

1984 ‘deki olayların bir şekilde benzerini günümüzde yaşıyoruz ve belki de ileride bunu çok
daha net fark etmemize neden olan olaylar yaşayacağız. Cesur Yeni Dünya’da ise kendilerini
son derece özgür hisseden ve hallerinden son derece memnun olan insanlar güruhu  ile karşı
karşıyayız.  Dünya denetçileri de halkın hiçbir şeyi sorgulamadan tüketmesi ve onları
piramidin zirvesinde rahat bırakması için ellerinden geleni yapıyorlar. Bence son derece
tanıdık bir dünya bu.  Bir Dolar’ın arkasına bakmamız yeter de artar bence. Yalnız
günümüzdeki düzen ile en büyük ayrım, devletin müdahelesinin Aldous Huxley’nin
üütopyasında açık seçik bir biçimde olmasıdır. Ülke ve yabancı dil diye bir şey yoktur.
Herkesin dili ve vatanı aynıdır. Din diye bir şey yoktur. Bu nedenle de “ruh” diye bir şeyin
varlığı söz konusu bile değildir. John ve Cesur Yeni Dünya insanlarının arasındaki en büyük
uçurum da benim açımdan “inanç”tır. Hiçbir şeye inanmamak veya tanrılara inanmak. Her
ikisi de birer eylemdir. Ancak John’un yeni keşfetmeye başladığı dünyada insanlar kendi
başlarına bir saniye olsun kalmadıkları için manevi olarak desteğe ihtiyaç duymazlar. Bu
nedenle kendi tanrılarını ya da tanrısızlıklarını yaratmaları gerekmemiştir. İlahi ayinler de
yalnızca cinselliğe yöneliktir. Bağıran çağıran ve şarkı söyleyerek çoşumlanan insanların bir
tanrısı yoktur. Ancak bir ayinde kendini kaybetmenin, kırbaçlamanın,acı çekmenin veya
“kutsalbirleşme yaşamanın” da herhangi bir inançla ilgisi yoktur zaten. İnsanın tamamen
yaşama bağlılığından kaynaklanan bir nevi taşkınlıklar olarak adlandılabiliriz bunları.Ha,
geçmişte ve günümüzde bu taşkınlıklar, dinler ,tanrılar, tekkeler, tarikatlar başlıkları adı
altına sığınmışlardır. Oysa acı çekmek, haz duymak, mutluluk yaşamak, sevinçten veya
üzüntüden ağlamak, hiçbir şey yememek vs. Durumları insanoğlunun kendi içerisinde
dizginleyemediği yaşam enerjisinden kaynaklanmaktadır.Kendini keşfetme arzusu...


Kitabı okurken, insan kendini “ Nasıl oluyor da insan yaşamını bu kadar denetim altına
alabiliyorlar? Bu hakkı onlara kim veriyor?” diye sorarken buluyor. Fenny’nin Jhon’un onu
sevip sevmediğini düşünürken bir anda dalması ve şişedeki cenine uykusuzluk aşısı yapıp
yapmadığını hatırlamaması, o ceninin yirmi iki yaşına geldiğinde, bir alfa eksinin çalışacağı
işlerde son derece umut vaat eden bir gençken bir anda ölmesine neden olacaktır. İnsan hayatı
klonlanacak, beynine oksijen götürmeyerek zeka geriletecek veya takviyelerle geliştirecek ,
fiziksel özellikleri değiştirilecek, istendiği gibi eğitim verileceki istendiği gibi davranılacak
kadar ucuz mudur? Bir el sürekli bu insanların ensesinde ve insanlar bunun  farkında bile
değiller. Ne garip, kitabı okurken sürekli şaşırdığım büyüklerin küçüklerin hayatını belirleme
ve müdahale etme olgusunu çok yadırgamıştım. Peki ya bugün İran’da ne oluyor?İnsanlar
istedikleri gibi giyinebiliyorlar mı? Ya da cumhurbaşkanı ve tayfası hakkında en ufak bir
kötü söz söyleyebiliyorlar mı?Aldous Huxley’nin belki de yazmayı unuttuğu belki de “böyle
bir dünyada zaten olmaz” dediği suç işleme, adam öldürme İran’da nasıl cezalandırılıyor?
Devleti geçtim, en büyük baskı unsuru ise; aile.  Kim istediği ile evlenebiliyor? İstediği gibi
bir hayat sürebiliyor? Her şey irade dışı.

Totaliter rejimlerin en büyük amacı “müdahale etmek”tir ve ne ironiktir ki bu amaç aynı
zamanda onların en büyük kusurudur. Tek bir kişi veya bir grubun halka dilediği gibi
davranabilmesi, istediği kuralı koyabilmesi, istediğinde insan haklarını hiçe saymasıdır
totaliter rejim.(Evet, yine hiçbir yere bakamdan kendi tanımımı kendim yaptım. ) Cesur Yeni
Dünya’da insanların kuzu gibi her şeye itaat etmesi ve onlara biçilen kalıpların dışına
çıkamamalarını yadsıyorken, Hitler’in Almanyası’nda Gettolara “tıkılmış” binlerce
Yahudi’nin  hayatlarını filme çekmekten , acımaktan başka ne yapıyoruz? Bu durum neden
yadsınmadı? Bilmiyor muydu kimse?Güçten, kudretten mi korkuyorlardı? Şimdi insan
hakları diye bas bas bağırınırken, o zaman neden kimseden ses soluk çıkmadı? Bana
dokunmayan bin yaşasın hesabı... Mussollini İtalya’da stadyumlara insanları doldurup
katlederken ya? Irak’da öldürülenler, işkence görenler ortada. Kim ne yapıyor? Neden bir
“ütopyayı” çok koloay bir şekilde yadsıyıp ötekileştirebiliyorken hemen her gün tv de
gördüğümüz katliamları bir yandan kolamızı yudumlarken izliyoruz? En fazla facebook ya da
twitter da kınamıyor muyuz olanları? Vicdanımızı rahatlatmıyor  muyuz bu şekilde?

Eğer geçmişte ve şimdide bu derece korkunç olaylar alenen, evet alenen yaşanmışsa,
gelecekte bunların bin beteri ile neden karşılaşmayacakmışız ki? Sarı saçlı mavi gözlü Alman
ırkı üstün tutulurken, neden alfa çift artıları yaratanlara canavarca bir şey yapıyorlarmış
gözüyle bakıyoruz? Ne kadar ekmek yediğimiz, nereye gittiğimiz, kimlerle konuştuğumuz,
ne giydiğimiz harfi harfine biliniyor, izleniyorken veya izlenmişken neden ütopyalardaki
dünyalar bize “bu kadarı da olmaz” dedirttiriyor? Olur , bal gibi olur. Kenan Evren’in yaptığı
neydi? 60,70,80darbeleri? Askeri cunda? Sokağa çıkılabiliyor muydu ? Dolaşılabiliyor
muydu insanlar rahatça ?Herkesin ne yaptığı ne ettiği harfi harfine kayıt altına alınmıyor
muydu?

İnsanlar hemen her koşula ayak uydururlar. Eğer cidden tüm insanlıpı birleştiebilecek bir güç
çıkıp,  onları kitaptan, düşüncelerden  uzak tutsa, anne-baba olgusu utanç verici bir şeydir
diye  şartlandırsa ,sizi alfa , beta, delta, gama, epsilon ve yarı moron diye ayırıp yüzlerce
kopyanızı yapsa, hayır kimsenin gıkı çıkmaz. Belki de İran’da olduklarından çok daha özgür
yaşamaya başlarlar. Özgürlükten neyi kast ettiğimize bağlı tabii...