Gus Van Sant'in gelmiş geçmiş en "normal görünümlü" filmi Restless Filmekimi kapsamında gösterildi. Büyük ihtimalle de ülkemizdeki diğer sinemalarda da gösterime girecek. Eylül 2011 yapımı film Cannes Fİm Festivali açılış filmi olarak seçildi. Cannes zaten Gus Van Sant'i her zaman çok sevmiştir. Hollywood yapımlarından sonra ölüm üçlüsü olan Elephant, Gerry ve Last Days'de tamamen kendi tarzını konuşturan Sant, mezunu olduğu resim bölümünden aldığı görsel sanat aşkını kendi filmlerine yansıtmıştı. Genelde diyalogların arka planda olduğu filmin asıl konusunun durağanlığın arasından seçilebildiği Gus Van Sant filmleri bu sefer yerini 18 yaşındaki iki gencin saf ve temiz aşkına bırakıyor. Normal ve güzel bir aşk hikayesi olarak da izlenebilecek olan film aslında yaşam, reenkarnasyon, paralel evren, şizofreni, ölümden sonraki yaşam gibi konulara değiniyor. Reenkarasyonu şimdi ben uydurdum aslında ancak eşelenirse bulunabilir belki de. Filmin tam olarak ne anlattığını anlayabilmek için en az iki kez seyredilmesi gerektiğini öneriyorum. Bulabildiğim en kısa zamanda filmi alıp/indirip/ sinemada seyredip çok daha geniş kapsamlı bir yorum yapmak istiyorum. Çünkü filmdeki her şey Enoch (Henry Hopper)'ın beyninin bir oyunu da olabilir. Bilemiyorum açıkçası...O değil de, eğer aşık olacaksam Enoch'ın karakterindeki birisine aşık olurum sanıyorum. Yüzü de öyle olsa olur. Hatta öyle de giyinebilir. Zach Boileau'dan sonra en sevdiğim film karakteri oldu kendisi. Sevmemin nedeni kendimden bir şeyler bulmam değil bu arada. Zaten bir karakteri eğer " Ay aynı benim yaşadıklarımı yaşamış, aynı benim düşündüklerimi düşünüyor." diye seversek, hem o karaktere hem de o karakteri yaratan kişiye büyük saygısızlık etmiş oluruz. Çünkü sanat insandan üstündür. Sen o karakterin duygu düşüncelerini kendi seviyene indirgersen sanattan alınacak zevki alamamış, onu sıradanlaştırmış olursun. Benim anne babamla Zach Boileau'nun anne-babasıyla kurduğu gibi bir ilişkim asla olmadı. Enoch Brae'nin yaşadıklarının neredeyse hiçbirisini yaşamadım.Şizofren de değilim zaten. Ama olaylara karşı verdiği tepkiler o kadar güzel ki Enoch'un... Gerçi kanserli kızımız Annabel Cotton( Mia Wasikowska) da öyle. Hatta Annabel'in hali, tavrı beni çok daha fazla andırıyor. Onu da çok sevdim ben. Belki ondan dolayıdır ki tam olarak Enoch gibi birisine aşık olmak istiyorum :)
Enoch anne-babasını teyzesinin evinden dönerken yaptıkları bir trafik kazasında kaybetmiştir. Enoch üç ay boyunca komada kalmış, komadan çıktıktan sonra da teyzesi ile yaşamaya başlamıştır. Komadan çıktığında ise hastanedeki yatağının yanı başında Hiroshi adında Japon bir kamikaze pilotunun hayaleti duruyordur. Hiroshi o gün bu gündür Enoch'ın yanındadır. Ona eski zamanda yaşadıklarını anlatır. Birlikte amiral battı oynarlar ve Hiroshi her seferinde kazanır. Enoch'un en büyük hobisi ise cenazelere katılmak ve insanların konuşmalarını dinlemektir.
Bir gün kanserli bir çocuğun cenazesinde tanıştığı Annabel Enoch'un neden cenazeye öylesine geldiğini merak etmiş, peşini bırakmamıştır. Uzun zamandır Enoch'u takip eden rahip onu köşeye sıkıştırınca başını kurtaran Annabel, yavaş yavaş dünyasına girmeye başlar. Üç aylık ömrü kaldığını öğrenen Annabel, Enoch'a bunu söyler. Enoch her ne kadar Annabel'e bağlanmak istemese de buna engel olamaz ve birlikte hayatlarının en güzel üç ayını geçirirler.
Enoch komadan sonra okula dönüyor. Arkadaşları anne-babasıyla ilgili dalga geçince de onları dövüyor. Lise sonu bitiremeden okuldan atılıyor ve teyzesinin tüm ısrarlarına rağmen devam etmiyor. Bütün gün anne-babasının mezarları başında durmak ve Hiroshi(Ryo Kase) ile konuşmak ona çok daha cazip geliyor. Annabel'in son günleri yaklaştıkça Enoch git gide hırçınlaşmaya başlıyor. Annabel'i de kaybetmek istemiyor.Başından beri farkında olduğu gerçeğin yükü Annabel kötüleşmeye başlayınca çok daha ağır gelmeye başlıyor. Kuşlara meraklı olan Annabel ise kanser olduğu gerçeğiyle yaşayan, buna rağmen hayata küsmeyen, oldukça güçlü karakterli bir genç kız. Annesi ve ablası onun hayatındaki tek gerçeği. Erkek gibi giyiniyor, kendini umursamıyor, her gün uğramak zorunda olduğu hastanenin kanserliler bölümünde herkesle arkadaş oluyor. Üç aylık ömrü kaldığında ise bunu ağırbaşlı olarak karşılıyor. Ancak Annabel de Enoch'u seçen hayalet Hiroshi'nin
gerçekten var olduğu, Enoch'un beyninin bir oyunu olmadığına inanmak istiyor. Böylece öldükten sonra o da hayalet olarak geri dönebilecek. İçten içe Hiroşi'nin gerçek olmadığını bilen Enoch bu gerçeği Annabel'le yüzleştiriyor ve bu da onun yıkılmasına neden oluyor. Küçük yaşlarında büyük dertlerle yüzleşmek zorunda kalan bu genç aşıklar, son günlerini birlikte eğlenerek geçiriyorlar.
Gelelim filmin çelişkili kısımlarına; Enoch'un teyzesinin aslında onun hayal ürünü olduğunu filmin sonlarına doğru öğreniyoruz. Annabel'in evine geldiğinde Enoch izin istiyor ve dışarı çıkıp ağlıyor. Geri döndüğünde ise onu bir süre önce terk etmiş olan Hiroshi'nin geri döndüğünü görüyor. İşin garibi Annabel de artık Hiorshi'yi görebiliyor. Bu Annabel o sırada mı öldü demek oluyor? Bilemiyorum. Çünkü filmin akışına göre Annabel daha sonra ölüyor. Belki de Annabel başından beri Enoch'un bir hayal ürünüydü. Ayrıca Cadılar Bayramı'nda Hiroshi'nin kıyafetlerini giyen Enoch'un onunla tamamen ayn ıkıyafeti giyen eski okul arkadaşıyla karşılaşması da mutlaka bize bir şeyler anlatıyor ama ben anlayamadım :( Eminim filmde bunlardan çok daha fazla simge ve ipucu var. Gus Van Sant tarzının alışılmış olan o durağan, diyalogsuz durumlara nazaran çok daha Avrupa sineması ayarında duran bu film aslında benim de tam olarak çözemediğim bir sürü anlamlar içeriyor :))
Cenaze çıkışı Enoch Brae
Son söz: Enoch, benimle evlenebilirsin.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder