-->

Theme Layout

Boxed or Wide or Framed

Theme Translation

Display Featured Slider

Featured Slider Styles

Boxedwidth

Display Trending Posts

Display Instagram Footer

No

Dark or Light Style

Les Géants

Les Géants

Cannes'da iki ödül kazanan ve sanat yönetmenliği açısıdnan yılın en iyi filmlerinden birisi olarak gösteriliyor Les Géants. Gerek 31. İstanbul Film Festivali kapsamında gittiğim son, gerekse bir sene boyunca yaşayacak olduğum Belçika'da çekilen bir film oluşu nedeniyle Rexx Sineması'nda sabahın 11'ine aldım bileti. Cuamrtesi sabahı uyanıp Karaköy'den Kadıköy'e geçmek pek kolay olmadı. Bu nedenle de filme biraz geç kaldım ve anca ön taraftan girebildim. Normalde arkalarda yer alırım ve sinema salonu her daim küçücük çıkar, rahat edemem o koltuklarda. Ama bu sefer şansıma üç oad bir salon bir beyaz perde çıktı. Filmi üçüncü koltuktan seyretmek zorunda kalmam sebebiyle de nur topu gibi bir boyun fıtığı sahibi oldum. Ama değdi mi? Gerçek manada "försel" bir şeyler arayan gözler için gerçekten de doyurucu bir filmdi diyebilirim. Bouli Lanners'in 3. uzun metrajlı filmi anneleri tarafından artık hayatta olmayan büyükanne ve büyükbabalarının

Paranoid Park

Paranoid Park

Blake Nelson'ın aynı adlı kitabından uyarlanan Paranoid Park, usta yönetmen Gus van Sant'ın imzsaını taşıyor. Başlangıç sizi korkutmasın. İçindekiler bölümünde bir de kültür-sanat gözüksün diye ajanda ekleyen life-stlye dergilerinin yaptığı gibi yapmacık bir yazı yazmayacağım kesinlikle.  Gus van Sant, favori yönetmenlerimden. Bu açıdan tam manasıyla objektif olamayabilirim. Objektif olamayan halimle bile rahatça diyeiblirim ki, film, Sant'a Cannes En İyi Yönetmen Ödülü'nü kazandıran Elephant'ın gölgesi altında kalmış. Kaykay sahneleri, Gus van Sant'e özgü, o değişik kurgu ve başroldeki çocuğun donuk halleri her ne kadar iyiyse, hikâye bir o kadar zayıf kalmış. Filmin yalnızca 18 günde çekilmesi bir yana, sanki gerçek manada oldu bittiye getirilmiş gibi. Bu arada gerçekten de güzel anlar yakalanmış. Hele ki çocuğun donukluğu hikayenin genel akışı içerisinde son derece iyi yedirmiş. Sant'ın o göze soka soka bir hâl olduğu, manasız derecede( t

Magnifica Presenza

Magnifica Presenza

Ferzan Özpetek'in son filmi Şahane Misafir hakkında diyeceğim şeyler, filmi iki-üç kez daha seyrettikten sonra değişebilir. Çünkü hop diye izlenilip anlaşılabileek bir film değil karşımızdaki. Yok yok hayır, öyle ağır işleyen, insanı sık boğaz eden bir film alaşılmasın benim bu sözlerimden. Aksine, oldukça eğlenceli, su gibi akıp giden kurgusu, insanı neşelendiren tematik müzikleri ve Ferzan'ın her daim eklemeyi sevdiği küçük komiklikleriyle film oldukça eğlenceli. Gene de rahatlıkla diyebiliriz ki, Ferzan daha öncekilerden çok daha farklı bir film ortaya koymuş. Başrolün eşcinsel oluşu zaten elzem olan bir şey. Ancak film büyük bir eşcinsel aşkını veya eşcinellerin yaşadıkları çatışmaları vs. konu edinmiyor. Bu konuda da bundan önceki son filmi Mine Vaganti'den ayrılıyor. Şahane Misafir'in çok konuşulamsının bir başka nedeni de filmde Cem Yılmaz'ın rol alması. Cem Yılmaz her ne kadar konuya direkt olarak etki eden bir rolde alıyor olmasa da yine de

Grbavica

Grbavica

Grbavica: The Land of My Dreams Türkçe'ye Esma'nın sırrı olarak çevirilmiş olsa da, Grbavica Bosna Savaşı'nın en yoğun olarak yaşandığı bölgelerden birisi. Filmin bu adı almasındaki başlıca etken de bu. Film aslında Doğu Avrupa, özellikle Balkanlarda çekilen filmlere aşina olan isnanlar için çok farklı bir bakış açısı veya kurgu sunmuyor. Ancak üzerinden yirmi yıla yakın zaman geçmiş olmasına rağmen izlerinin halen en derinden hissedildiği savaş hakkında yapılan en güzel filmlerden birisi olduğunu söyleyebilirim. Angelina Jolie gelip de bu topraklar hakkında bir film yapmaya karar vermeden, yani ABD elini atıp zaten kanla kirlenmiş olan bu toprakların sularını daha da bulandırmadan önce, Grbavica çok daha  önce çıkıyordu diyebilirim. Günümüz Bosna'sında geçen olay bir anne ve kızın hikâyesini anlatıyor. Kocasını Bosna Savaşı'nda şehit eden ( Boşnakça'da da "şehit" denilmesi dikkatimi çekti) Esma tek başına kızına bakmaya çalışır. Birya

Odjuret

Odjuret

İstanbul Film Festivali'nin belki de en ilginç bölümü "Mayınlı Bölge". Deneysel filmlerin gösterildiği, çekim açılarının zorlanıp ve genel-geçer doğruların sorgulandığı bölgeye böylesi bir isim buldukları için önceden tebrik etmek istiyorum IKSV'yi. Su Tunç'un En iyileri klasmanında  kendine yer buldu bu film. Nisan 11 akşamı ben de bu bölgeye dahil olan "Odjuret", "Savage" yani "Canavar"a gittim. Öyle deneysel film denilince akla üç saat boyunca aynı yere bakıp da sonra kafasını öbür tarafa çeviren insanlar gelmesin. Tabii, film alışık olduğumuz Hollywood formatından çok farklı bir biçimde çekilmiş. Hele ki İsveç yapımı olan filmdeki doğa görüntüleri ayriyetten bir şahane. Filmin yönetmenlerinin de konuk olarak gelmesi çok hoştu ancak salon yarısına kadar dolu olduğum için üzüldüğümü belirtmeliyim. Sen kalk gel İsveçlerden, insanlar filmine bile gelmesin. Hayat işte.. Yönetmenler, Martjin Jern, Emil Larsson İ

Mine Vaganti

Mine Vaganti

Şimdilerde son filmi "Şahane Misafir" ile beyaz perdede olan Ferzan Özpetek'in bir önceki filmi Mine Vaganti, yani Serseri Mayınlar. Filmin dilinin, konusunun ağırlığına göre oldukçai hatta bayağı bir hafif olduğunu söylemeliyim. Aslında ortada büyük bir aile dramı yaşanırken Özpetek bunu bize sanki ağzımıza bir parmak bal çalıyormuş gibi anlatıyor. Bu nedenle de konunun ağırlığını ve kurgunun sağlamlığını fark etmeden insan " Ne güzel filmdi . Hayatım değişmedi ama güzeldi." diyebiliyor. Hayatı değiştirme olayı kimin hangi filmden hayatına dair ne bulşduğuyla ilgilidir. Başka da bir şey değil. Bu nedenle az önce yazdığım şey yalnızca öznel bir kanıyı taşıyor olmakla birlikte içinde genele varılabilecek bazı önermeler de sunuyor. Bu kadar laf kalabalığından sonra filmin konusunu anlatmaya dalarak ortamı toparlamak istiyorum izin verirseniz. Film, güney İtalya'da, aile bağlarının güçlü olduğu bir şehirde geçmektedir. Roma'da işl

Les Amours Imaginaires

Les Amours Imaginaires

Hayal kurarız. Hepimiz. Sen, ben, o fark etmez. Asıl önemli olan ise bu hayallere kendimizi ne derece kaptırdığımız. Lafa böyle anne nasihati veriyormuş gibi başlamam yanlış anlaşılmasın. Size öyle bir filmden bahsedeceğim ki; bana zaten farkında olduğum "ben"i yeniden bana hatırlattı, yer yer güldürdü. ( ama hani şöyle ağzın kenarında beliren, hafifçe, umutsuz ama mutlu bir gülümsemeydi bu)  Filmin en sevdiğim sahnelerinden. Bang Bang'in farklı bir yorumuyla Kanadalı aktör, yönetmeni, senarist vs. Xavier Dolan'ın ikinci uzun metrajlı filmi Les Amours Imaginaires.  Film ana tema olan "hayali aşklar" üzerine eğilirken bir yandan da Marie, Francis ve Nicolas arasındaki aşk üçgenini konu alıyor. Yakın arkadaş olan Marie ve Francis bir gün yaşadıkları kasabaya yeni taşınan Nicolas ile tanışırlar. Yakışıklı, kültürlü, akıllı, ne söylediğini bilen ve gizemli Nicolas'ya adına aşk da denilebilecek bir tutku beslemeye başlar

Mike

Mike

31.İstanbul Film Festivali dahilinde gittiğim ilk film "Mike" oldu. Festivalin kitapçığında C.R.A.Z.Y. filminin başrol oyuncusu Jean-Marc Valée'nin ismini gördüğüm anda filme gitmeye karar vermiştim zaten.  Lars Blumers'in ikinci uzun metrajlı filmi Mike. Öyle değişik bir hikaye, şaşırtıcı bir son bekliyorsanız, tamamen yanılıyorsunuz. Arada ciddi manada güleceğiniz ögeler içermekle birlikte Mike tam anlamıyla bir anti-kahramanın öyküsü.  Hatta bu anti- kahramanlık olayı bazen öyle noktalara varıyor ki, insanın içinden filme müdahale edip olayların akışını değiştiresi bile gelebiliyor. Mike Fransa, Almanya ve İsviçre sınırındaki bir köyde yaşayan "normal" bir gençtir. Başına ileride herhangi değişik bir olay gelmez. Tam aksine hayatı her daim daha da kötüye gider. Bunun sebebi yaşadığı trajik bir olay da değil, Mike'ın ta kendisidir. O, öyledir. Fazla zeki olmadığı, motorlara aşık olduğu ve uyumayı çok sevdiği için okuldan ayrılır. Arkad

Infinyteam