Denemeler ve Makaleler
denemeler ve yanılmalar
distopia
distopya
distopyaya övgü
fight club
fight club izle
hikaye
istisnalar
kısa hikaye
novella
su tunç
Distopyaya Övgü
Bilimkurguyu sevmemin bir diğer sebebi; çıplak olması. "Bir ihtimal daha var" şarkısını syletmesi severlerine. Genel olarak edebi, hani şu entelektüel kesim -daha iyi nasıl anlatabilirdim bilemiyorum- eserinde gelecek konusu distopik ve "korkunç" bir biçimde ele alınmakta. Adı üzerinde ya, distopya. Kötü olmak zorunda. İnsanların tektipleştiği, insanın insan olmaktan çıkıp makineleştiği bir dünyanın "kötü" olduğunu kafadan kabul ediyoruz böylelikle. Peki ya sandığımız kadar mühim değilsek? Peki gerçekten de nemsiz, bireysellikten uzak, makineleşmiş canlılar olarak hayatımızı sürdürmemiz en iyi seçenekse?
Tee ne zamandır yazacağım böyle bir şey, unutuyorum. "Kafamda toparlayayım bu sefer. Haydi bir gayret!" dedim, ayaklandım. Emme velakin bir de baktım ki geçen sene Mayıs-Ağustos ayları arasında yazdığım uzun hikayede (novellada) değindiğim (eleştirdiğim ettiğim işte) noktaların etrafında fıldır fıldır dönüyorum. Yayımlanmadı bu novella. Edisyondan geçmedi yani. Kısa hikaye yazamadığımdan zaten edebiyat dergilerine de yollayamıyorum yazılarımı. Bakalım, yayımlanır belki bir zaman (: "O zaman gelene kadaaar! Piiiy!" dedim ben de ve o novellamdaki karakterlerin bahsetmek istediğim konu üzerinde konuştukları bölümü paylaşayım dedim.
Biraz uzun olduğundan, ana sayfayı Shiniji'nin kolunu ele geçiren Migi gibi kemirip bitirmesin die devam şeysi koydum. Tık Tık!
Bu arada belirteyim, eklediğim görseller Google Görseller'de "Distopya" diye arattığımda çıkan ilk sonuçlardan altıntı.
...
Tee ne zamandır yazacağım böyle bir şey, unutuyorum. "Kafamda toparlayayım bu sefer. Haydi bir gayret!" dedim, ayaklandım. Emme velakin bir de baktım ki geçen sene Mayıs-Ağustos ayları arasında yazdığım uzun hikayede (novellada) değindiğim (eleştirdiğim ettiğim işte) noktaların etrafında fıldır fıldır dönüyorum. Yayımlanmadı bu novella. Edisyondan geçmedi yani. Kısa hikaye yazamadığımdan zaten edebiyat dergilerine de yollayamıyorum yazılarımı. Bakalım, yayımlanır belki bir zaman (: "O zaman gelene kadaaar! Piiiy!" dedim ben de ve o novellamdaki karakterlerin bahsetmek istediğim konu üzerinde konuştukları bölümü paylaşayım dedim.
Biraz uzun olduğundan, ana sayfayı Shiniji'nin kolunu ele geçiren Migi gibi kemirip bitirmesin die devam şeysi koydum. Tık Tık!
Bu arada belirteyim, eklediğim görseller Google Görseller'de "Distopya" diye arattığımda çıkan ilk sonuçlardan altıntı.
...
Tarhana
çorbaları da geldi. İlay masanın sonunda, duvara dayalı tuzluğu
ve limon suyunu aldı. Civan da elini pul bibere atmıştı. Peçeteye
sarılı kaşık ve çatalı eline aldı. Çatalı peçetenin üzerine
koydu. Kaşıkla çorbasını karıştırmaya başladı. Lokanta
sahibi büyük bir kâse içinde cacık ve bir tabak yoğurt da
getirmişti.
-Hay
yaşa, dedi İlay yoğurdu görünce. Kaşığını çorbasından
çıkartıp yoğurda daldırdı. Kaşığı tabakta kalan yoğurdun
üzerinde çorba izi bırakmıştı.
Civan
da iki kaşık yoğurt koydu çorbasına.
-Güzelmiş
yoğurt, dedi İlay.
-Afiyet
olsun, dedi lokantanın sahibi. Yeniden sandalyesine oturmuş, maçını
izlemeye koyulmuştu.
Başını sol eline almış, dirseğini de
duvara dayamıştı. Dizinin üzerine koyduğu sağ elinde yeni
demlediği çayını tutuyordu.
-Bir
yerin olsun istemişsindir. İnsanın bir yeri olması kötü değil,
dedi İlay. Çorbaları gelmeden önce konuşmakta oldukları konuyu
sürdürüyordu. Civan bir saniyelik bir süre boyunca boş gözlerle
İlay’ın suratına bakmış, ne dediğini anlayınca da başını
sallayarak çorbasını karıştırmaya koyulmuştu.
-Ben
herkesin zaten bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bu sistemin bir
parçasıyız. Sistemden kastım doğal döngü tabii.
-Ekosistem?
-Evet
evet. Bak dün gece Avrupalılara o kadar laf ettim ama günahlarını
almayayım. Bir grup arkadaş vardı Köln’de. Bir mekân
açmışlardı. Organikti her şeyi. Organik şarap, bira dağıtımı
yapıyordum oraya ben de. Organik içkiler daha pahalı ama mekân
dolup taşıyordu haftanın her günü. Çok iyi iş yapıyorlardı.
Ama tutmaz bizim burada. Neyse. Hah, bunlar böyle meditasyondu,
enerjiydi filan o işlerle uğraşıyorlardı bir yandan. Arada
onlara takıyordum. Eğlenceli tiplerdi. Konuşurduk, bazen
tartışırdık ama çok şey öğrendim onlardan bu konularda.
Kendim de düşüncelerimi ekledim tabii. Tarttım kafamda hep. Bu
döngü konusunda, bir taşın, kayanın bile kendi özgül ağırlığı
olduğu sürece kendisine ait bir yeri olduğuna inanıyorum.
Lokantanın
içi sıcaktı. İlay beresini çıkartıp masanın üzerine koydu.
Çorbasından bir kaşık aldı. Başını eğince saçları öne
düştü. Bir iki tutam çorbaya girdi. Masanın sonundaki
peçetelikten bir peçete çekti. Saçlarını sildi. Bir daha önüne
gelmesinler diye saçlarını kulaklarının arkasına attı.
-Hepimizin
bir yeri varsa o zaman neden dolaşıp duruyorsun?, diye sordum.
Düşünmeden, dalga geçme amaçlı bir soruydu ancak sanırım
Civan beni ciddiye almıştı. Kaşları çatıyordu. Aklıma durumu
telafi etmek için bir söz gelmedi. Ben de çorbama yumuldum.
-Demek
istediğim maddesel, belirli bir ‘’yer’’ değil, dedi vurgulu
vurgulu. Bence döngü içinde, ‘’bir’’ olabilmemiz için
aramamız, arayabilmemiz için de dolaşabilmemiz gerekiyor.
-Astral
seyahat? Simyacı? Gene dalga geçmek gibi bir niyetim yoktu soruyu
sorarken. Ancak Civan’ın neye ne tepki vereceğinden tam emin
olmadığımdan, kızıp kızmadığını kontrol etmek amaçlı
yüzüne doğru bir bakış fırlatıp gene çorbama gömüldüm.
-Astral
ne?
-Seyahat.
Ben de yaptığımdan değil ama bazı insanlar uykularında
bedenleri sabit kalsa da ruhlarının seyahat edebildiğini söylüyor.
-Eğer
yolculuğunun bu şekilde ilerlediğini düşünüyorsan, evet.
Kendimden örnek vereyim; bir yerde takılıp kalmadım. Hep yer
değiştirdim. Dünya üzerindeki üç beş büyük aileye,
Amerika’ya, İsrail’e çalışan bu düzene karşıymışım hep.
Yeni fark ediyorum.
Çorbamdan
bir yudum daha aldım. Sağ tarafımdaki bir parça saçın yavaş
yavaş kulağımın ardından kurtulduğunu hissediyordum. Kaşığı
elimden bırakıp saçımı tutmaya niyetlendim ama geç kalmıştım.
Saçlar kulağımdan kurtulup çorbama düştü. Saçlarımı elimle
toplayarak topuz yaptım. Birkaç dakika idare ederdi beni bu tokasız
topuz. Sonra gene yavaş yavaş açılırdı.
Saçımı
toplarken bir yandan da düşündüm. Normalde pek üzerine gitmem
insanların. Ama bu konu düşündürdü beni. Düşündüklerimi
söyleyip söylememekte bir an tereddüt ettim. Civan benim anlık
tereddüdümün yarattığı boşluğu fırsat bilmiş, telefonunda
bir şeylere bakıyordu. Ne düşünüyorsam söyleyiverdim gitti ben
de.
-Herkesin
doğuştan hak ettiği bir yeri olduğunu düşünmüyorum. Bu
fazlaca kibirli ve bencilce olurdu. Ama sözlerinin altında yatan
nedeni de görüyorum. Çok naif bir istek seninki. O yüzden seni
suçlayamam. Doğa bencildir. Değişimlerine ayak uydurmanı bekler.
Bu değişimlere ayak uydurabilmen adına senin de bencil olmanı
bekler. Asıl kural koyucu olan doğadır. İnsanoğlu da istese de
istemese de doğanın bir parçası olduğundan bencildir. Tabii
insanoğlunun bir çeşit hata olduğunu da söyleyebiliriz. Döngünün
bug’ıdır insanoğlu. Büyük bir hata sonucu fazlaca
bilinçlenmiştir. Ancak gene de her şeyiyle doğaya aittir. O da
doğa gibi kurallar koymaya çalışır. O nedenle, asıl savaşın,
bizi yiyip bitiren ve hala en büyük tetikçimiz olan dürtülerimizin
ana kaynağının ‘’ yer bulma savaşı’’ olduğunu
düşünüyorum. Yeryüzünde bir yer elde edebilmek için
milyonlarca yıl boyunca değişmek zorunda kalan milyonlarca canlı
ve cansız cisim... Yer elde edebilmek için en garantili yol ise
tabii ki neslin devamı... O yüzden benciliz. Bencil olduğumuz için
sınırlıyız, vizeliyiz. Üzerimizde milyonlarca yılın,
değişimin, vahşetin yükü var. O yüzden bel fıtığından
çekiyoruz ya bu kadar...
-Yani
şimdi sen demek istiyorsun ki... Bizim diğer tüm canlıları
öldürmemiz, baskılamamız normal. Kendi kendimize savaşıp
soykırımlar yapmamız normal. Dünyayı parsel parsel bölüp ‘’
Bura benim. Oynatmıyom sizi.’’ demek normal.
‘’Böyle
söyleyince canice bir şey söylemişim gibi geliyor kulağa’’
diyecektim. Ağzımı açmıştım tam, ama sustum. Deseydim, konuşma
biterdi. Daha söyleyeceklerim vardı.
-Belki
de bunun formülü budur. Milyonlarca yıl sonra geldiğimiz nokta
budur. Sınırların olması. Birbirlerinin soyunu kurutan binlerce
klanın şanslı artıklarıyız biz. Döngüden bahsediyorsun
sürekli.
Ya döngünün bizi getirdiği nokta buysa?
-Evet
tabii şimdi döngünün her getirdiği iyi olacak diye bir durum
yok. Kediler öldürülünce de sokaklarda farelerin çoğaldı;
sonra da veba arttı. Tespitin doğru. Ama bak, binlerce yıldır
savaşıyoruz. Milyonlarca, milyarlarca litre kan döktük. Peki ya
başından beri hiç savaş yoksa? Bizi farklı yapan bilincimizle
bunun ayırtına niye varamıyoruz ki?
-E,
şu an etrafında gördüğün tüm kurumlar, hastaneler, okullar,
karakollar, tımarhaneler, genelevler bunun için çalışıyor. Ama
sistem böyle gitmiyor. Nedeni ise basit; başlangıç noktamızı
bir mucize olarak görüyor, onu merkeze oturtuyor ve insan olduğumuz
için gurur duyuyoruz. Bug’ın üzerine kurulu düzen de doğal
olarak yeni bug’lar üretiyor. Hata olduğumuzu bilsek ve işin
köküne, hatanın başladığı noktaya insek bir ihtimal her şey
bambaşka olur.
-Yani
kurtuluşumuz var diyorsun. Sadece bakış açımız yanlış.
Sırıttım.
Pis bir sırıtıştı bu. Civan’ın neler olup bittiğini soran
gözlerine diktim gözlerimi. Sırıttım bir yandan da. Anlamadı ne
demek istediğimi. Bir ipucu daha vermeyi düşündüm ona:
-Evet,
bir kurtuluş yolu var, dedim. Başını salladı hafifçe.
Anlamamıştı. Ona yeteri kadar zaman tanımıştım. Anlamaması
onun sorunuydu artık.
Civan
peçeteyle ağzını sildi. Konuşmaya hazırlanıyordu. Ben de
dikkatimi ona verdim.
-Bugünlerden
kurtulacağımızı düşünüyor musun peki? Valla ben düşünüyorum.
Gece millet yastığa kafasını koyunca kadınları düşünür,
erkekleri düşünür, futbol düşünür, ben dünyayı bu rezil
halinden kurtarmanın yollarını arıyorum. Cevap çok basit aslında
ama kimsenin işine gelmiyor. Affedersin, kimse kıçını kaldırıp
uğraşmıyor, düşünmüyor bunun için. Az düşünseler,
görecekler hemen. Olay ‘bir’ olmakta. Eskiden kötü
düşünüyordum çok. Bir halt olmaz bizden diyordum. Ama
umutlanıyorum ufaktan. Yavaş yavaş bilinçleniyor insanlar. Yeşil
partiler kuruluyor misal. Küresel ısınma bizi gerçek anlamında
etkilemeye başlayacağı zaman insanların aklı başına gelmeye
başlayacak. Çok geç olmaz diye umuyorum.
-Su
savaşlarını demeyi unuttun, dedim. Bir yandan da ekmek parçasıyla
çorbamın dibini sıyırıyordum. Ekmek parçasını ağzıma atıp
kuru fasulye pilavı önüme çektim.
-Yeşil
partiler dediğin; beş milyonluk ülkelerde kendilerine başka uğraş
bulamayan insanların kurduğu, dünyanın kabadayılarının
umurunda bile olmayan küçük, tatlı organik elmalar. İnsanın
bilinçlenmesinden bahsettin. Kendi ufak meşgalelerimizi bırakırsak
asıl büyük çerçeveyi görebiliriz demeye getiriyorsun sanırım.
Çok güzel ve saf bir ideal. Oysa biz kafamızı işimizden,
meşgalelerimizden kaldırmamayı seçmedik. O yüzden bunlardan
vazgeçmeyi de seçemeyiz, durdum. Camın karşı tarafında, yolda
geçen bir ambulans dikkatimi dağıtmıştı. Ambulans bir saniye
içinde gözden kayboldu ancak sireninin sesinin geçmesi için biraz
beklemem gerekti.
-Kıssadan
hisse, kendi irademizle yaptığımız, bizim hiç kimseden ve hiçbir
şeyden etkilenmeden oluşturduğumuz bir özgürlük yok.
-Nasıl
yani? Yani sen irademiz yok, kendi yaptıklarımızdan sorumlu
değiliz mi diyorsun? Valla hayat katillere, hırsızlara, sapıklara
güzel olurdu öyle olsaydı. Hereksin bir seçme şansı vardır.
Bilemiyorum şimdi ne diyeyim. Uzatmak istemiyorum ama lafın kendisi
uzuyor. Açıkçası bu sözleri sarf etmek, aynı zamanda
insanoğlunun yüz binlerce yıldır biriktirdiği kültür mirasını,
bilgeliği de reddetmek demek. İnsanoğlu seçimlerinden sorumlu
kılınmalı. Ben bambaşka bir şey diyordum ayrıca. Çok önemli
görüyoruz kendi hayatımızı. Bütün düşünmüyoruz. E, kendini
düşünmenin sonu yok. Adam kendi hakkında düşünüyor sürekli.
Sonra ‘’Ben stresliyim, ben depresyondayım.’’ E, olur tabii.
O hastalıkları da Vikipedya’da araştırıp öyle tanı koyuyor
kendi kendine. Millet aç susuz kıvanırken o ilaç alıyor
sakinleşmek rahatlamak için. Basbayağı da var bu heriflerin
iradesi. Ama tatlı geliyor ‘’Ben de ben, ben de ben.’’
demek.
Bugün
hep zıt gidesim vardı ancak Civan’ı yatıştırmak adına
sözlerinde doğru bulduğum yerleri desteklediğimi söylemeye karar
verdim. Kafamda sözlerini yeniden toparladım. Katıldığım
bölümleri cımbızla çekip çıkarttım.
-Doğru.
Alışagelmiş insan kavramının dışına çıkıyoruz. Zamanın
bir ölçme aracından çok felsefik bir olguya dönüştüğü
post-endüstriyel dönemdeyiz. Teknoloji çağı diyen bazı
heyecanlı insanlar olabilir, ancak yeni bir çağa atlayamadık
henüz. Eskisinin bir başka, beyaz yakalı versiyonunda
çırpınıyoruz. Kaldırabileceğimizden daha fazla bilgiyle,
sorunla, sorumlulukla kuşatıldık. Daha önce adı sanı
duyulmamış hastalıklara yakalanıyoruz. Başarısız olanlarımız
teker teker dökülüyor. En acımasızlar ilerleyebiliyor. Geri
kalanımızsa duruyor, onların ufukta kayboluşunu izliyoruz.
Onlarsa bir zafer kazandıklarını düşünerek yollarına devam
ediyorlar. Bana gene doğanın bir bug’ı olduğumuz sonucuna
varmışız gibi geliyor. Diğer canlılara üstünlük sağlamayı
öğrenebilme kabiliyeti dışında geri kalan her şeyiyle vahşi
olan yüz bin yılın trolü; insan.
Maçı
sunan spiker ‘’Gol’’ diye bağırmaya başlamıştı. Ben de
arkamı döndüm. Lokantanın köşesine, televizyonun bulunduğu
yere baktım. Ekranın sağ üst köşesinde beyaz yazılar olduğunu
görüyor, ancak oturduğum yerden hangi takımların maç yaptığını
seçemiyordum. Önüme döndüm.
-İlay,
bence temelde farklı düşünmüyoruz. Bana Andreas’tan bahsettin.
Çocukların ve şehvetin olmadığı, herkesin sabah dokuz akşam
beş bir işte çalıştığı bir şehirde yapayalnız bir adamdı,
değil mi? Bu filmin seni bu denli etkilemiş olması senin asıl
düşüncelerini gösteriyor.
Gülesim
geldi ancak kendimi son anda tuttum. Peçetemin üzerindeki çatalı
aldım. Tabağımın üzerine koydum. Yalnızca kaşıkla yemek
yemiştim. Peçeteyle kaşığımı yavaşça sildim. Pilav taneleri
ve yoğurttan iyice arındırdığım kaşığı cacık kâsesine
soktum. Masanın üzerinde duran sol elimle peçeteyi buruşturdu.
-Filmin
bende iz bırakması beni düşüncelerim hakkında kritik yapmaya
itmesinden değil, beni şaşırtmasından. Bazen insan türünün ne
denli hatalı olduğunu unutuyorum. Tam da bahsettiğin gibi,
sorunların üzerinde durmaktan dolayı ilerleyememek, bir yöne
doğru bakınca geri kalan diğer milyonlarca yönün
anlamsızlaşması, hiçbir şey ifade etmemesi demek.
Film
beni şaşırttı. Çünkü hiç kimsenin çocuk olmadığı,
herkesin bir işinin olduğu, şehvet ve nefret gibi uç duyguların
yaşanmadığı bir toplum korkunç gösteriliyordu. Andreas kek
kokusunu, çocuk çığlıklarını özlüyor, şehirden kaçmaya
çalışıyor, bir türlü beceremiyordu. Bir distopya ile
karşılaşacağımı düşünmemiştim. Belki de film, uyum
sağlayamayan ve tekleyen Andreas karakterinin değil, sıradan,
işine gidip gelen bir vatandaşın bakış açısıyla
anlatılmalıydı. İnsan türünün hatalı olmasından bahsettim.
Konuyu buraya getirme amacı taşıyordum çünkü bir yerde eksik
bulmadan, yaşadığımız hayattan şikâyet etmeden
rahatlayamıyoruz. Sürekli daha fazlası, daha iyisi, daha
hızlısı... Kola reklamlarının oynadığı algılarımızla
değil, insan olduğumuz için doyamıyoruz bir türlü. E,
reklamcılar da bunu iyi kullanıyor.
Evrende
boşlukta süzülen milyonlarca kavram var. Birçoğuna insanlık
henüz isim bile uydurmadı. Eğer belli bir yöne doğru bakarsan
anlamlı olan milyonlarca kavramla sarılı etrafımız. Her şeyi
geride bırakıp bir Budist Tapınağı’nda rahip olmaya karar
verirsen başka, dünyanın en büyük bankasının CEO’su olursan
başka, kendini sanata verirsen başka... Nereye dönersek dönelim,
illaki geride bıraktığımız taraflardaki kavramların içinin ne
denli boş olduğunu görüyoruz. O zaman bu da bizi aslında hiçbir
şeyin var olmadığı gerçeğine götürmüyor mu? Neden var
olmayan şeylerin özlemini duyalım o zaman? Kekin kokusu, çocuk
çığlığı gibi öğrenilmiş şeylerin özlemini, yok oldukları
takdirde neden duyalım?
-Çocuksuz
bir hayattan mı bahsediyorsun? Sanırım hangi yöne dönersen dön,
ister boyut atlayıp Orta Çağ’da Katolik Kilisesi rahibi ol,
çocuklar her daim olacak. Doğanın kuralı bu.
Dikkatimi
Civan’ın sözlerine tam veremedim. Camın ötesine bakıyordum.
İnsanlar yürüyor, arabalar geçiyordu sokaktan. Orada, gözümün
önünde olduklarını unutmuştum. Hayat devam ediyordu. Biz; ben,
Civan ve bolkepçeci Kamuran burada, öteki taraftaydık; üzerinde
‘’Kurufasülye pilav’’ yazan kendi küçük akvaryumumuzda.
-Bir
olumlunun olduğu yerde mutlaka onun olumsuzu da olur. Madde, karşıt
madde, siyah, beyaz... Çocukların kahkahalarının olduğu yerde
ise vicdan olur. Vicdanın olduğu yerde ise onu sömürecek olanlar.
Filmde herkes orta yaşlıydı. Ortalıkta dolaşan, neşeli çocuklar
yoktu. Fabrikalarda çalışan çocuk işçiler de... İki uç da
yoktu. Ancak Andreas yalnızca çocukların kahkahalarını
özlüyordu.
Neden
olmayan kavramlar üzerine yoruyoruz kendimizi? Neden görmediğimiz
şeylerin özlemini çekiyoruz? Neden kendimizi olduğu gibi, vahşi,
her adımında çıkar arayan, yalnızlık korkusu ve yükselme
arzusuyla ilişkiler kuran bir varlık olarak kabul etmiyor da
sürekli ne denli yüce olduğumuzdan dem vuruyoruz? Nedeni açık;
kavramlara bile isteye yanlış anlamlar yüklüyoruz. Bir heves
kavramları yoktan var ediyor, içlerini ise milyonlarca yılı
üzerinde taşımaktan bükülmüş belimizin oynadığı
algılarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Başımızı öne eğip
çözüm üretmek yerine uzay boşluğuna haykırıyoruz.
-Bak
bu üretkenlik konusunda epey tecrübem var. Üretken olmak için en
başta iyi eğitim almış olman lazım. Onun için de seni
yüreklendiren bir aile ve para gerek. Sen küçümsüyorsun ama,
birçok insan, hiçbir işe yaramayacağını, büyük para
babalarının gene kendi bildiklerini okuyacaklarını bile bile bu
dünya için, gelecek için bir şeyler yapmaya çalışıyor.
-E,
eğer tümden değiştiremeyeceksek uğraşılarımızın kendimizi
tatmin etmek dışında ne gibi bir getirisi var? Bana anlattıkların
artçı depremler. Gerçekten bir değişim başlatabilmesi için
yeterli değil.
Ses
tonum git gide monotonlaşıyordu. Bu halime ben de şaştım. Bir
yandan düşünürken bir yandan da ses tonu ayarlamak zor iş
gerçekten. Sesim yabancı geldi kulağıma. İrkildim biraz.
Biri
büyük, diğeri ise yarım tepe halini almış olan pilavın ve
Kamuran’ın Bolkepçesi yazısının ters harflerinin ardından
sokağa baktım. Yolun karşısındaki kaldırımın üzerinde beş
tane, on yedi on sekiz yaşlarında, baştan aşağı siyah giyinmiş
genç oturuyordu.
-Hepimiz
bu şikâyet kuşağının bir parçasıyız. Asıl komik olan ise bu
hale gelmemizin sebebi de biziz. Sinirliyiz. Nefret ediyoruz.
Paralarımız çalınıyor. Hakkımız ödenmiyor. Çocuklar ölüyor.
Doğal kaynaklarımız bitiyor. Bizimle oynuyor birileri. Bizi
kontrol etmeye çalışıyorlar. Ama edemezler. Neden? ‘’Çünkü
biz çoğunluğuz’’. Hiçbirisi benim düşüncem değil. Asıl
bu anlattıklarımı süsleyip püsleyip yazan kitaplar, milyon
dolarlık Hollywood filmleri yüzünden bu haldeyiz. Sinirliyiz. Bir
dizi açıyoruz. Üç bölüm izliyor, devrim yapıyor, birilerini,
bir yerleri ateşe veriyor ve rahatlıyoruz. Bize yalnızca yıkmayı
gösteriyorlar. Yık ve bitsin. Asıl sorun yıkmakta değil, yeniden
inşa edebilmekte. Harcı nasıl karacağını bilmezsen nasıl
yıktıklarının yerine yenisini dikebilirsin? İşte bu sinirili
kitapların, filmlerin yaptığı bu. Bizi küçük artçılar için
kızıştırmak. Sonrası ne? Boş. Boşluk. Sonra ne olacak, kimse
bilmiyor. Asıl bozuk, hastalıklı olanın kendimiz olduğunu
bilmeden etrafımızda ne varsa yok etmek istiyoruz. Onların da bir
doğa hatasının, yani insanın ürünü olduğunu unutarak,
tiksinerek, nefretle yıkmayı, yerle bir etmeyi düşünüyoruz.
Bizi eleştireni, bize az para ödeyip kendi villalarda yaşayanları
alaşağı etmeyi... Çoğunluğu aldık arkamıza ve onları yok
ettik diyelim, sonra ne olacak? Taş ve moloz yığınlarından,
tozdan topraktan önümüzü görebilecek miyiz? Niye kimse bize
ötesini anlatmıyor? Niye ‘’ötesini’’ anlatan her eser
distopya? Çünkü gerçekte öte diye bir şey yok.
Tozdan sonra
yalnızca daha çok toz var. O tozlarla nasıl baş edeceğimiz
hakkında da en ufak bir fikrimiz yok.
Sesim
kulaklarıma iyice tanınmaz gelmeye başladı artık. Bu yeni,
monoton tonu sevmeye başladım bile diyebilirim.
-Çok
basit geliyor anlattıklarım değil mi? Argümanlarım basit ve net.
Teorisyen değilim çünkü. Ağdalı, on defa okunsa da bir halt
anlaşılmayan laflar etmeyi beceremem. Tüm bilim adamları ve
profesörler kendilerini başarının kucağına bırakmamış,
yıllar süren araştırmaları sonucu şımartılmak ihtiyaçlarını
gidermeye çalışmamış, söylemek istediklerini olduğu gibi
anlatmış olsalar; binlerce ağaç da kesilmekten kurtulmuş olurdu.
Ama hayır. Yalın olmayı beceremiyoruz. Gösteriş düşkünü,
tatmin olmayı bekleyen, kibirli, hiçbir zaman elindekiyle
yetinmeyen yaratıklar olduğumuzu kabul edemiyoruz.
Tanıdık
geldi mi, bilmem. Kapitalist ekonominin küçük krizlerle ilerlemesi
gibi, sosyal düzen de bunun gibi küçük ve sevimli krizlerle
ilerler. Ekran başında izlediğimiz filmlerle, okuduğumuz
kitaplarla sisteme sinirleniyor, bunu iletilerimize yazıyoruz.
Youtube’daki Eurovision şarkılarının altında kendi ülkemizden
olanlarla birlik oluyor, bir tarih profesörü edasıyla beş yüz
yıllık tarihi olayları araya İngilizce küfürler savuşturarak
anlatıyor, ‘’düşmanı’’ alt ediyoruz. Böylece, toplumsal
mastürbasyonumuzu yapıp tatmin olduktan sonra da kıçımızı
devirip uyuyoruz.
-Sen
bu düzenin böyle devam etmesini mi istiyorsun yoksa anarşi mi?
diye sordu Civan. Konuşmam boyunca gözlerine değil, iki kaşının
ortasında bulduğum bir noktaya bakmıştım. O da beni kaşlarını
çatarak dinlemişti. Şimdi ise gülüyordu.
Doğruldum
biraz. Saçlarım hareketimi fırsat bilerek yeniden açıldı.
Uğraşamadım bu sefer topuz yapmakla. Ellerimle saçlarımı
kulağımın arkasına attım.
-Ben
Andreas’ın kaçmaya çalıştığı, aşırı tüm duygulardan
arındığımız, kimsenin açlıktan ölmediği o dünyayı
istiyorum. Ha, ama insanlar her durumda olduğu gibi bu durumdan da
şikâyet etmeye, kendi kafasından daha fazla ‘’kavram’’
üretip, hatta bazıları gibi daha da fazla ileri gidip o kavramlara
isimlerini veririler ve o yoktan var ettikleri gıcır kavramların
peşine düşüp sahip olabilecekleri tek dengeden kendi kendilerini
mahrum ederlerse, evet. Her şeyin sonu gelsin. Artçı şiddetler
olduğu müddetçe büyük depremler hiçbir zaman olmayacak. O
yüzden, bırakalım büyük depremler olsun ve tüm kavramlar
yıkılsın. En iyi yol değil belki ancak tek hak ettiğimiz olan
bu. Kasoa dönüşelim. Toz bulutu olsun her yer, her şey.
Sonrasında dünya zaten yeniler kendini. Biz de yakasından düşmüş
oluruz bu döngünün. Yerimiz doldurulur anında.