-->

Theme Layout

Boxed or Wide or Framed

Theme Translation

Display Featured Slider

Featured Slider Styles

Boxedwidth

Display Trending Posts

Display Instagram Footer

No

Dark or Light Style

Narsizmin Annesi Nana ve Naturalizmin Babası Emile Zola


Yeşilçam filmlerindeki" şehvetli,can yakıcı güzellikte ve tehlikeli kadın " sembolünün belki de anasıdır  "Nana". 
Realizm akımının kan kaybettiği, naturalizmin ise ivme kazandığı bir dönemde Emile Zola bu başyapıtı ile naturalizmi doruğa çıkartmıştır. 
Nana aslında bağımsız bir kitap değildir. Birbirini izleyen romanlar bütünün ortasındaki bir kitaptır sadece. Bir tezi ispatlayabilmek için yazılmış olan bir kitabın bu kadar benimsenmesi ve yazılmasının üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hala narsizmin simgesi haline gelmesinin nedeni nedir?
Emile Zola'nın asıl amacı bir şaheser ortaya koymak değildi. Elbette ki bu da gayelerinden birisydi ancak  tam yirmi bir kitaptan oluşan "Rougon Macquart"  serisini yazmasının bir amacı vardı: "Determinizmi İnsan Üzerinde Açıklamak." Naturalistlerin romana sanatsal değil de bilimsel yaklaştıklarını biliriz. Roman Adeta bir deney sahasıdır onlar için. İnsanları incelerler. Mereden geldiklerini ,ne olduklarını, ne olacaklarını...

Bu nedenle her biri diğer bir kitap karakterine kan bağıyla bağlı olan Rougon Macquart  serisini yazmıştır Emile Zola. Amacı toplumsal yaşayışların insanları sadece belli ölçüde etkileyebileceğini, kişinin kaderinin zaten o doğmadan önce belli olduğunu kanıtlamaktır. Emile Zola'nın ve tüm naturalistlerin romanlarında göreibliriz bunu. Genelde düşmüş ve yoksul bir aileden gelen roman kahramanı sınıf atlamaya çalışır ve geçmişini reddeder. Ancak genlerine işlemiş olan bu yoksulluk ve düşmüşlük asla ve asla onun yakasını bırakmaz ve kahraman ne kadar çabalarsa çabalasın gene kendisini bu bataklığın içinde bulur.
Bu ne kadar doğru bir görüştür elbette tartışmaya açıktır. Determinizmin "Aynı olaylar aynı koşullar çerçevesinde aynı sonuca götürür." ilkesi bu tarz romanlarda en çarpıcı şekliyle hissettiriliyor bize.Karamsar olduğu su götürmez bir gerçek olan bu ilkenin bana çekici gelen kısmı da belki budur: Fazla gerçekci olması! İnsanları belli bir kalıba sokmak ne kadar yanlış olursa olsun günümzde "American Dream" olarak adlandırılan anlayışın biz o tabaka altı zavallı insancıkların hemen hemen hiç birisinin elinde olmadığını yüzüne vuruyor insanların.(American Dream: Hangi kouşllarda doğmuş olursan ol ileride bir fabrikatör hatta bir başkan bile olabilirsin anlayışı. ) (Ayrıca bknz. Amerika'da zencilere karşı yapılan muamele) (Ap ayrıca: Bu ne tutarsızlıktır ey Amerika? )
İşte Amerka'nın öngördüğü yaşam biçimi.Ne çelişkilerle dolu! Oysa Emile Zola başta olmak üzre ; Concourt Kardeşler, Jhon Steinback, Guy de Maupassant ve nice değerli yazar belki biraz sert çizgilerle yazdılar insanların makus tarihini. O bitmek tükenmek bitmeyen umutlarının nasıl söndüğünü, doğdukları bataklıktan kurtulmaya çalışan insanların aslında çırpındıkça battıklarını nasıl görmediklerini, hangi güçlerin onları tüm vücutları balçık , çamur içindeyken hala nefes alabiliyorlarsa bunun için o "güce" şükretmeleri gerektiğini gösterdiler bize tüm çıplaklığıyla.
Emile Zola'da tüm bu gerçekliği bize göstermeye , tezini doğrulamaya çalışırken ölümsüz bir karakter yarattı : NANA!
Annesi bir hayat kadınıydı Nana'nın. On altı yaşındayken aşık olduğu kasabın oğlundan hamile kalmıştı. Oğlu veremden öldüğünde yedi yaşındaydı ve süt annede kalıyordu. O ise o sırada Paris'in en güzel tiyatro sahnelerinden birisinde yarı-çıplak olarak oynadığı, Klasik Dönem'in (Klasisizmin) taklit edilmesiyle oluşturulmuş bir metindeki tanrıca rolünü canlandırmaya çalışıyordu. Tüm Paris ona hayrandı.Masmavi gözlü,beline kadar kızıl-sarı saçlıydı. Sabah akşam evinin kapsından erkekler eksik olmuyordu. Dönemin en ünlü iş adamlarının metresiydi o. Evinin kirasını, giderlerini metreslikle karşılıyordu.
Adına yarış düzenlenebilecek kadar ünlenmişti Nana Paris'te. Aşıkları intihar ediyor, metresliğini yapmayı bıraktığı iş adamları kapısında ağlaşıyordu. O ise sadece tüketmeye devam ediyor, sorgulamıyordu.Zengindi ve güçlüydü.
Oğlunun ölümünden sonra travma geçiren Nana daha sonra da hastalığa kapıldı. Her yeri yara içindeydi. Bulaşıcıydı ve para akışı yoktu artık. Tedavi olamıyordu. 
Yattığı hastaneyi dolduran hayran kitlesi hala onu o genç ve muhteşem haliyle hatırlamaya çalışıyor, zamanında kocalarını ona kaptırmış olan kadınlar kendi aralarında konuşurlardı.
Paris'in en sansasyonel kadını ortadan kaybolmuştu.
Bazı rivayetlere göre Osmanlı vezirlerinden birisinin karısı olmuştu. Bu İran Şahı da olabilirdi. Rus Çarı da söylenenler arasındaydı. ancak herkesin bildiği tek şey vardı; Nana Devri kapanmıştı.
Emile Zola böyle bir kadın karakterini yaratırken "kalburüstü" diye nitelendirdiğimiz, zamanın Parisinin göbeğinde yaşayan insanların ne denli yozlaştığını gözler önüne serdiğinin bilincindedir mutlaka. Asıl amacı budur desek hatta daha doğru da olabilir. Nana'nın bitmek tükenmek bilmeyen arzularının ve hırslarının arkasında kalan olayların hepsinin yaptığı göndermeler ve kitaptaki tiplerin ,karakterlerin zenginliği Nana'yı başyapıt yapan nedenlerden sadece bir kaçı. 
Ölmeden önce okunması gereken, kalın malın aldırılmaksızın insanın kormadan eline alması ve bitirmesi gerkeken bir kitap.
Arkanda böyle bir şaheser bıraktığın için teşekkürler Emile Zola...
QuickEdit

You Might Also Like

Hiç yorum yok

Infinyteam