-->

Theme Layout

Boxed or Wide or Framed

Theme Translation

Display Featured Slider

Featured Slider Styles

Boxedwidth

Display Trending Posts

Display Instagram Footer

No

Dark or Light Style

Şizofrenik Bir Aklın Odalarında Açmaya Çalışan Bir Gül;


                                                   Sana Gül Bahçesi Vadetmedim

Deborah,kliniğe getirildiğinde on altı yaşındaydı. Henüz çok genç bir yaşta olmasına rağmen ileri derecede şizofreni tanısı koyulmuştu.Ona hastalığının hemen her evresinde yardım eden psikiyatrının söylediği sözdü bu:" Sana gül bahçesi vaadetmedim." 

Her insanın bir iç dünyası vardır. Kimselere açmadığı ya da zaten uğraşsa da açamayacağı.Genellikle yalnız hissettiğimizde sığınırız o dünyaya.İçimizdeki o derin boşluğu doldurabilecek soyut şeylerin arayışına düşeriz. Bazılarımız bu dünyaya kendilerini öylesine kaptırırlar ki "gerçek hayat" kavramları yerle bir olur. Hangi dünyanın gerçek hangisinin yalan olduğunu ayırt edemeyecek duruma gelirler. 

         Deborah da aynen bu karşıtlığın içinde sıkışıp kalmış durumda. Onu zehirleyen,dışlayan, yaşamak , kendisine bir yer açabilmek için mücadele verdiği bir dünya yerine tamamen kendisine ait, içerisinde perilerin ,krallıkların olduğu, başka bir dil kullanılan bir dünya yaratmış durumda. O halde neden tedavi olmak istesin ki? Neden kendi yarattığı o sıcak dünyadan çıkıp bu karışıklığa karışsın, bu çarkın dişlileri arasında ezilsin binlercemiz gibi?

      Olay buydu işte, önce onun istemesi gerekiyordu. Önceleri kendilerine zarar vermeyen sakin hastaların olduğu koğuşta kalmaya başlamıştı Deborah. Ancak burada herkesin "doktorlar beni deli zannetmesinler." amacıyla rol yaptığını düşünüyor, bundan tiksiniyordu. Önceleri kendi terapistine hiçbir şey anlatmamayı yeğledi. Dünyası ona özledi. Bu dünya ve öteki dünya,yani onun prenses olduğu dünya, arasındaki geçit oydu ve bu sırrı asla açık etmemesi gerekiyordu. Gerçekten de inandığı şey buydu Deborah 'ın. Bazen iki dünyayı karıştırıyor ve kendi dünyasındaki dil ile konuşmaya çalışıyordu yeryüzünde.

     Daha sonraları terapistiyle duygusal bağ kurmaya başladı Deborah. Kendi dünyasını açık etmeye yeltendiği anda dünyası onu cezalandırmaya başladı. Artık kendisine zarar veriyordu ve bu nedenle "tam delilerin" bulunduğu koğuşa gönderildi. Orayı seviyordu. İnsanların anormalliklerini saklamak için herhangi bir çaba sarf etmediklerini görüyordu. Zaten en azılı deliydiler hastanedeki. Daha ötesi ne olabilirdi ki?

      Gerçek dünya ile kendi dünyası arasındaki gizi koruyamayan Deborah sürekli cezalandırılıyordu. Eskiden ona sığınak olan bu krallık yavaş yavaş onu zindan ediyordu. Kendi prensesini yok etmeye çalışan bir ülke...
      Bunun üzerine Deborah gerçek dünyaya alışmaya başladı. Aslında geçmişinde yaşadıkları olağan şeylerdi. Yumurtalıklarından bir kist ameliyatı olmuştu ve o kistin hâlâ içinde olduğunu düşünüyordu. Lanetliydi o! Doktorlar ona acımayacak diyerek yalan söylemişlerdi. Oysa ki canı çok acımıştı. Buradan insanlar asla güvenmeme çıkarımını yapmıştı henüz altı yaşındayken. Orta gelirli normal bir ailede yaşıyordu. Pek fazla kavga olmayan, sıradan olarak nitelendirilebilecek bir evde.İşte olay da burada bitiyor; bir insanın sorunlu olması için illa sorunlu aileye, kötü çevreye , kötü davranan bir dadıya ihtiyacı yoktur. Olan olayları herkes farklı şekilde yorumlar. Deborah 'da çoğumuzun normal olarak yorumladıklarını kendi kafasında bambaşka bir dünya yaratmak kadar ileri seviyeye gelebilecek şekilde çarpıttı. Belki de onun yorumlayış biçmi doğruydu olanları. Hayat aynı doktorların dediği gibi "merak etme acımayacak" diyordu ve sonradan sırtından bıçaklıyordu.Bu da tamamen kendi bakış açımızla ilgili.

Bazı bakış açıları vardır ki bizi çözüme ulaştırır, bazıları vardır bizi daha da dibe batırır. Deborah'ın yaptığı kendi kolaya kaçışıydı belki de ancak bu hayali dünyadan kurtulabilmek için bu kolaya kaçışın bedelini çok daha ağır bir şekilde ödedi. Yüzlerce kesik, yanık, kaybedilmiş iki yıl, belki  de hiçbir zaman tanımayı istemeyeceği yüzlerce insan.


Bir şeylerden kaçmanın bizi herhangi bir yere getirmediğini biliyoruz.Deborah'daki bu bilinçsiz sığınma sonraları onu kendisiyle birlikte yok etmeye çalıştı. Eğer çalışmasaydı ,belki de Deborah asla gerçek hayata sıkı sıkıya tutunmayı istemeyecekti.. Bunu yapmak zorunda kalmayacaktı. Dünyası kendi kendini bitirdi.

Yazar Joanne Greenber'in de Deborah,'ınkiyle paralel giden bir hayatı var. Şizofreni hastalığı, yatırıldığı hastane,aile yaşantısı,kökeni... Bu nedenle kitap bir nevi otobiyografi olarak da algılanabilinir. Birinci elden böyle kronik bir hastanın beyninde olan biteni okuyabilmek, o umutsuzluğu, çabayı hissetmek insanın kendisine bir kez daha sormasına neden oluyor:"Normalin ölçütü ne?" Ben normal filan değilim. Bu benim şahsi kanaatim ve eğer insan normal olduğunu düşünürse normaldir diye düşünüyorum.Çünkü "normal" olarak kendisini ölçüt almıştır.Ona yakın olanlar da normaldir bu açıya göre. Deborah 'ın yüzüne kendisinde bir sorun olduğu açıkça vurulmasaydı o da kendisinin normal olduğunu düşünmeye devam edecekti. Deli olduğunu biliyordu. Lanetli olduğunu düşünüyordu. Ancak günümüzün  normal anlayışına inanmadığı gibi kendi kendisini ölçüt olarak hayal ediyordu.

Şizofreni gerçekten ilgimi çeken bir hastalık. Bu ilgimi bildiğinden dolayı arkadaşın bana bu kitabı okumam için verdi. İyi ki de vermiş çünkü kitaptaki kızın yaşantılarını, yaşanmışlıkları üzerine oluşturduğu düşünceleri okudukça kendi gücümün farkına vardım. Deborah'ı sevmiyorum. Kızıyorum. Kendisini özel olarak görmesinden, olaylarla baş etmek yerine kolaya kaçmasından nefret ediyorum. Elbette bu bir akıl hastalığı, ne zaman nerede oluşacağı belli olmaz ancak bu dünyada Deborah 'ın yaşadıkarının bin beterini yaşayıp halen ayakta durabilen insanlar var.Elbette onların da sorunları var ancak bu sorunlardan kaçıp başka dünyalara,kişiliklere sığınmak yerine savaşmayı seçiyorlar. Sanırım psikoloji ,,özellikle de şizofreni üzerine araştırma yapmalıyım. Bana haksızlık gibi geliyor çünkü . İnsanların da akıllarını kaçırabilme lüksü olmalı.H er şey üzerimize geldiği zaman nasıl tamamen farklı bir kişiliğe bürünüyor, bazen depresyona bile girebiliyorsak, aklımızı da kaçırabilmeliyiz. AH yok hayır kaçıramayız! Neden? Çünkü hayata karşı bir sorumluluğumuz var. Gönüllü aldığımız bir sorumluluk değil bu, ailemiz bize bunu doğduğumuz anda miras bıraktı. Bu nedenle yılmadan çalışmalı, yeri geldiğinde kendi bunalımlarımızı vs. her şeyi unutup hayatın akışına dahil olmalıyız.

Akıl, insanda soru sorma, sorgulama yeteneğini de beraberinde getirir. Soru soran,sorgulayan insan da cevaplara hazırlıklı olmalıdır.Ne kadar derin sorular sorarsan o kadar da derine çekilirsin. Ancak akıl kendisiyle birlikte çözüm üretmeyi de sağlar. Bu nedenle eğer doğru bir şekilde düşünebiliyorsak ( bir psikiyatrın lafı: beyin de diğer organlarımız gibi bazen hastalanır ve doğru düşünme yetisini kaybeder.) hayatta karşımıza ne çıkarsa çıksın amacımızı unutmalı ve evet sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi dolu dolu yaşamalıyız bu hayatı. Sıkı sıkıya bağlanarak...
QuickEdit

You Might Also Like

Hiç yorum yok

Infinyteam