Saatin kaç olduğuna bakmak için arkamı döndüğümde görmüştüm onu ilk kez. Yüzümde neden şaşırma ifadesinin belirdiğini hatırlamıyorum ancak sanki onun tüm yaşanmışlıklarını arkamı döndüğümde bir an için gördüğüm yüzünden okumuştum. O ise bu ilginç tepkime sadece hafifçe gülerek cevap vermişti. Önündeki kağıda hızla dönerek bir şeyler yazmaya devam etti. Ne yazdığına şöyle bir göz ucuyla bakmaya çalışmıştım. Şiir dizeleriydi bunlar. Taş çatlasa yirmi yaşındaydı. Onun yaşındaki oğlanlar yan kafede futbol maçı izlerken ona bu köhne, eski tarz masa ve sandalyelerle döşenmiş, çoğu kişinin iç bayıcı olarak adlandırdığı müzikler çalan, duvarlarında Dali resimleri olan kafede şiir yazdıracak dert ne olabilirdi? Öyle bohem bir tipi de yoktu üstelik. Mavi, yoldan geçen hemen her gençte bulunan sivri yakalı bir tişört giyiyordu. Ayağında da beyaz spor ayakkabılar vardı. Normalde bu kafede saçlı, sakallı, günümüzün moda anlayışına tamamen ters bir şekilde giyinen insanları görmeye alışık olduğumdan oldukça dikkatimi çekmişti. Yıllardır aynı tarz kıyafet giyen insanları züppelik, cahillik, kendini beğenmişlik gibi bin bir türlü kötü sıfatla dışlayan ben, amacımın saate bakmak olduğunu bile unutmuş, öylece şiir yazan oğlana doğru bakıyordum.
Dikkat çekmiş olmalıyım ki, başını kaldırdı ve bana doğru baktı. O bakışları hayatım boyunca unutamayacaktım. Ne kadar hasretim şu an o bakışlara oysa ki! Bana hayatımı tamamen yanılsamalar üzerine kurduğumu defalarca ispat eden o insanın, kararlı, mağrur ve kendinden emin bakışlarıydı bunlar. Kafenin loş ortamında renklerini anlayamamıştım gözlerinin. Zaten bakışlarıyla bende yarattığı o baş döndürücü, güçlü duyguyu bir de gözlerinin rengiyle desteklemesine ihtiyacı yoktu.
"Merhaba" dedi. hiç beklemediğim bir ses tonuyla. Bu ses, gözlerinin bende bıraktığı o "kendinden emin bir insan" yargısını alaşağı etmişti. Gerçi ileride doğduğum andan beri kafamda oluşan, daha önce kimsenin yıkmayı veya değiştirmeyi beceremediği keskin yargılarının hepsini de al aşağı edecekti. Şimdi bile, onun bu dünyaya ait olup olmadığına emin değilim. Hayır hayır, o bu dünyadan veya bu galaksiden değil. O yüzden çekip gitti ya! Benim gibi, dünyadaki her şeye sıkı sıkıya bağlı, materyalist ve maddiyatçı bir insanı değiştirmek için çok uğraştı. Ancak nasıl değiştirebilirdi ki? Nihayetinde ben de bir dünyalıydım. Kendini yıllarca yemek yememeye veya konuşmamaya şartlandıran bir Budist bile dünyaya çok sıkı bağlarda bağlıdır. Çünkü inandığı öbür tarafta asla neyle karşılaşacağını tahmin edemez. Kendine uyguladığı diyetler bile bu dünyanın ürünüdür. Başka türlüsünü bilemez çünkü. O ise her şeyin öteki yanını görmez miydi? O "Merhaba" diyen ses tonundaki çekingenlik de benim gibi sonraki dünyayla ilgili hiçbir şeye inanmayan, her şeyin bu dünyayla sınırlı olduğuna kesin kanaat getirmiş birisiyle karşı karşıya olduğunu hissettiğinden dolayıydı. Arık buna eminim. O da inanmazdı öteki yaşamlara. Bugün, buradaki yaşamın birçok öteki yaşamdan ibaret olduğunu düşünürdü. Zira o bu inançla doğmuştu. Ben merhabasına cevap verince, kendi yazmakta olduğum ödev ve onun (sonradan öğrendiğim kadarıyla) yeni alınacak kışlık giysiler listesi yarım kalmıştı. Koyu bir sohbete dalmıştık. "Ne kadar garip göründüğümün farkındayım. Sadece şaşırdım." demiştim otuz iki diş sırıtarak. O ise neden bahsettiğimi anlamadığını söylemişti. Sonradan anladım ki, bu onun kibarlığıydı. O ve anlamamak? İki birbiriyle tamamen zıt olgu!
Kaç saat geçmişti konuşmamız üzerinden bilmiyorum. "Hayat hikayemi yazmalısın." dediğinde artık gitme vaktinin geldiğini hissetmiştim. Öyle ya, kimse mükemmel olamazdı. Elbette beni etkilemek için bazı numaralar kullanacak, hayat hikayesi yazma bahanesiyle daha fazla görüşmek isteyecekti. Şimdi o düşüncelerimden utanıyorum. Yıllar sonra bana "Neden insanlardan bu kadar korkuyorsun? Herkes seni tongaya düşürmek için numara mı yapmak zorunda?" demişti. Haklıydı. Değersizdim. En az hayatı boyunca konuşmama yemini etmiş bir Budist rahip kadar hem de. Yalnız o, hayata dair, ölünce cennete gitmek gibi bir amacı olduğu için benden çok daha saygı değerdi. Oysa ben o küçük dünyamda, gözümdeki siyah boyayla ne savaşlar veriyordum!
Gene de onu reddedememiştim. İnsanüstü bir güç beni onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye itiyordu. Fazla konuşkan biri sayılmazdı. Konuşmamızda çoğu kez sevdiği bir sanatçıyı veya yazarı söylerken hafifçe gülmüş ve kafasını aşağı doğru eğmişti. Beğendiği şeylerden neden bu derece utanç duyduğunu hayat hikayesini anlatmaya başlayınca anlamıştım. O zamana kadarsa bu merakım git gide artarak devam etmişti.
Kafeden çıktığımızda nerede yaşadığımı sormuştu. Serinleyen havayla birlikte yüzümüze çarpan yağmur birbirimizi görmemize engel oluyordu. "Şişi'de bir yerlerde." demiştim. Yüzünü göremememe rağmen ses tonundan bu sözüme ne kadar bozulduğunu anlamıştım. Sonraları öğrendim ki, ona edilebilecek en büyük hakaretlerden birisini etmiştim. Onu, beni izleyecek bir sapık yerine koymuş, davranışını kötü niyetli olarak algılamıştım. Ancak onun ses tonunun bozulmasının nedeni bana böyle bir hissi yaşatmaya neden olduğu içindi. Bilmiyordu ki hiç kimse onun gibi değil. İnsanları bir çırpıda anlayamaz. Ben de nasıl anlayabilirdim ki? Hem de bu kadar saf ve art niyetsiz bir insanla karşılaşmak, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir mucizeydi. Bu nedenle de altından mutlaka bir kötülük çıkar korkusuyla kendimi sürekli savunmaya alıyor, onu da farkında olmadan kırdıkça kırıyordum. Oysa ki, hiç kötü bir şey çıkmadı altından. Eştikçe çeşitlendi o saflık.O ruhun el değmemişliğinin yaratığı sarhoşluk damarlarımda dolaştıkça dolaştı.Ta ki...
"Görüşmek isterim." dedim onu çok fazla kırmış olmamayı umarak.
"Pekala. Yarın aynı yerde aynı saatte."dedi kırıkları onarılmış bir ses tonuyla.
"Defter ve kağıt getirmeyi de unutma!" diye bağırdı arkamdan ben Şişli ile uzaktan yakından alakası olmayan bir yerde bulunan evime giderken.
1 yorum
su tunç dan billur berraklığında bir hikaye daha.büyük bir aşk hikayesini yaşanmış yılları kısacık hikayesinde uzun uzun anlatmış.sözcük seçimi ve kullanımı çok isabetli.
Yorum Gönder