Hayatı seç. Mesleğini seç. Kariyerini seç. Kocaman sikindirik bir televizyon seç. Otomatik çamaşır makinesini seç. Arabanı, cd çalarını ve elektrikli ev aletlerini seç. Sağlığını, düşük kolesterolü ve dişlerine ilk günkü gibi bakmayı seç. Pembe panjurlu bir ev seç. Arkadaşlarını dikkatli seç. İyi bir tatili ve bavulu akıllıca doldurmayı seç. En güzel sıçtığımın fabrikasında üretilmiş en güzel sıçtığımın elbiselerini seç. Dini ve dua ederken ne kadar bok olduğumuzu düşünmeyi seç. O salak televizyonun karşısıda oturup o salak programları seyrederken tıkınmayı seç. Sonunda da sefil bir evde yalnız başına geberip giderken, yerini senin yerine geçmek için seni kandıran bencil ibnelere bırakmayı seç. Çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin gerzek veletlere rezil olacak biçimde kendi altına etmeyi seç.
Evet, bu sözler henüz filmin başıbnda baş karakterimiz Renton'ın ağzından çıkıyor. Eninde sonunda varacağımız yer neresi? Biz de eninde sonunda Renton'ın açıkyüreklilikle söylediği bu sözlerin ete kemiğe bürünmüş bir hali olmayacak mıyız? Asilik hallerimiz geçtikten sonra hiç şansımız yok hele! Peki ya "doğru" olan nedir? Renton ve "sözde" arkadaşlarının seçtiği yol mu? Uyuşturucu, hırsızlıık, vurdumduymazlık üçgeninde yaşanan hayatlar yanlış, mortgage kredisine giren, bebekleri doğar doğmaz onlara facebook hesabı açan insanların hayatları mı doğru? Yanlış ve doğrunun hiçbir zaman keskin bir biçimde ayrılmadığı gerçeği bunun cevabını da anlamsız kılıyor.
Trainspotting'in anlamı ise; çocukların trende yolculuk ederken elektrik direklerine değme çabaları. Kim daha fazla yaklaşabilirse o kazanıyor. Filmde Renon'ın odasının duvarlarının trenlerle kaplı olması da hoş bir nüans olmuş.
Gelelim filme, filmimiz İskoçyalı yazar Irwine Welsh'in kült romanından uyarlama. Britanya Krallığı'nın en uysal başlı halkı olarak bilinen İskoçların aslında içten içe nasıl sindirildiklerini, gidişlerinin hiç de iyi bir yöne doğru olmadığını hemen hemen bütün kitaplarında irdeleyen Welsh, Trainspotting'de de İskoç gençliğinin içinde doğduğu bataklıktaki çırpınışlarını anlatıyor. He öyle sanat filmi filan beklemeyin. Oldukça eğlenceli ve hemen her imgeyi bu eğlenceli-ilginç-trajikomik sahnelerin arka planına yedirmeyi başarmış Danny Boyle adlı yönetmenin ustalığı da tartışılmaz. Zaten film İskoçlardan beklenemeyecek şekilde büyük bir sükse yapmış, Imdb'de tüm zamanların en iyi filmleri sıralamasında 8.2 puanla 148. sırada kendine yer bulmuş ve İskoç halkının- İrlandalılar gibi özgürlük mücadelesi vermeyen, her zaman İngiltere'nin çöplüğü-arka sokağı gibi görülen halkın- sanat araçlarını kullanarak kendini dünyaya duyurmasına neden olmuş.
Filmde Renton, Spud, Sick Boy ve Begbie adlı dört arkadaşın Edinburg'daki hikayeleri anlatılıyor. Normalde " uyuşturucu son derece zararlıdır. Bak ne hale geldi insanlar." mottolu filmlerle karşı karşıya olduğumuz için ( bknz. Requiem For A Dream) eğer uyuşturucu kullanımına karşı kesin bir tavrınız varsa bu film sizi rahatsız edebilir. Zira her türlü uyuşturucunun nasıl imal edildiği, hazırlandığı ve uygulandığı açık seçik gösterilmekle birlikte, Renton'ın da söylediği gibi:"Yaşayabileceğin en iyi orgazmı düşün ve 1000 ile çarp. İşte eroin böyle bir şey." vari konuşmalar filmde bol bol geçmekte.
Sick Boy(Jonny Lee Miller)
Yalnız filmin uyuşturucu kullanmayı özendirmek gibi bir amacı kesinlikle yok. Zaten filmde defalarca eroini bırakmaya çalışan Renton'ın yaşadıkları, rehabilitasyona girmesi, Spud'ın hapishaneyi boylaması, uyuşturucu kullanmayan ve spor yapan arkadaşları Tommy'nin seviglisinden ayrıldıktan sonra eroine başlaması, tam anlamıyla çökmesi ve ölümü, Rendon'ın ve Spud'ın ailelerinin yaşadığı travmalar, Rendon,'ın aşık olduğu Diane'ın reşit bilrolmayan bir lise öğrencisi çıkması, Begbie'nin ciddi nevrotik olan ve hemen her yerde, herkesle kavga çıkartan bir insan olması oldukça trajik görünmesine rağmen filmdeki hava kesinlike öyle değil.
Deli Begbie
Her seferine uyuşturucuyu bırakmaya ve bir iş bulmaya çalışan Rendon ve Spud arasından başarılı olan Rendon olur ve bir emlak ofisinde çalışmak üzere Londra'ya göç eder. Tam kendi düzenini kurmuş, para biriktirmeye başlamış, kötü alışkanlıklarından kurtulmuşken kuyumcu soygunculuğundan aranan Begbie'nin çat kapı gelmesi ve ardından Sick Boy'un da ona taşnması ile birlikte yeniden eski hayatıyla çevrelenen Rendon Tommy'nin ölümü üzerine tekrar Edinburg'a döner. Burada Begbie'nin eline Rus denizcilerden 10 kilo "mal" geçer ve satın almak için Rendon'dan arka çıkmasını isterler. Londra'da alıcıya satılan maldan 16.000 puond kazanırlar. Bunu dörde bölüşeceklerdir. Rendon eğer bu geçrekleşirse bir asla bu dörtlüden kopamayacağını, hayatının satıcılıkla, hırsızlıkla, beki de Sick Boy'un yaptığı gibi kendini satmakla geçeceğini biliyordur. Bunun üzerine 16.000 poundun bulunduğu çantayı alır ve Spud'ın gözleri önünde kaçar gider. Artık o da herkes gibi normal olmak istemektedir.
Tommy sağlıklı ve mutluyken
Filmin en can alıcı sahnesi kesinlikle klozetin içine girme sahnesi. Zaten Rendon tuvalete oturur oturmaz "ne olacak haplara acaba?" diye düşündüğüm için sonraki olaylarla karşılaşmaya da hazırdım ancak mide bulandırıcı bir sahne oldukça snatsal ve espritüel bir şekilde ele alınmış. Çok da güzel olmuş.
Bunun dışında Tommy'nin kız arkadaşı lizzy tarafından terk edildikten sonra dağlara gitmeye kalkışması, Rendon'ın bir şekilde teşbih kurarak İngiltere'ye ve İskoçlara isyan etmesi de oldukça hoş olmuş. Gerçi bu bölümün kitapta çok aha edebi bir şekilde yer aldığını düşünüyorum. Çünkü filmde biraz tepeden inme gibi olmuş açıkcası...
Rendon ve reşit olmayan Diane
Onun dışında Allison'ın bebeğinin ölmesi ve bebek ölene kadar babasının kim olduğunun ortaya çıkmamış olması da oldukça manidar.
Bu filmi Amélie'ye benzeten belki de ilk insanım isanırım.İki filmin konularının birbirleriyle alakası olmamasına karşın konuyu ele alış biçimleri, aralardaki hayali sahneler ve kurgulanış biçmi öyle çok birbirini andırıyor ki! Ancak Trainspotting 96 yapımı bir film. Amélie ise 99.
Tommy'nin son günleri
Ne Requiem For A Dream kadar iç karartıcı ve çarpıcı, ne de uyuşturucu ve türlü bağımlılıkları özendiren bir film. İyi hayat ve kötü hayatın ne olduğunu, iki farklı yaşamı ayıran ince çizginin aslınad ne kadar bulanık olduğunu bize anlatması açısından oldukça başarılı diyebiliriz. Ayrıca oyuncu ve karakter seçimleri çok, çok başarılı. Bunda Emma ve Dexter dizileri ve bilimum filmle gönlümde taht kuran Lonny Lee Miller'ın parladığı film olmasında oynadığı bir rol de var tabii. Ancak diğer oyuncuların da hakkını vermek gerekiyor. Cast olarak da, kurgu olarak da oldukça güzel bir iş çıkarmışlar.
*Ayrıca soundtracki de oldukça güzel parçalardan oluşuyor.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder