İzleyeli oldu Underground'u. Ancak her canım sıkıldığında belki biraz daha sıkılabilmek, belki biraz o çok sevdiğim dili ve müzikleri dinleyebilmek adına açar izlerim. İzlemeye başladığımda, belki de en kötü huyum olan (atlatabileceğime de yürekten inandığım) kitapları ve filmleri yarım bırakma huyum burada da başgösterir ve filmi bitirmeden pause düğmesine tıklayıveriririm. Aynı şeyi daha geçen gün yaptım. Ne büyük hakaret oysa ki! Hem Emir Kusturica'nın o muhteşem dehasına, hem Goran Bregoviç'in seçtiği, düzenlediği ve filme serpiştirdiği müziklerine, hem de gereğinden fazla iyi oynayan oyuncularına bir hakarettir bu, bilirim. Hata yaptığını bile bile o hatayı yapmaya devam eden insanlar gibi kendimden nefret etmeye başlıyorum, susayım en iyisi.
Emir Kusturica'nın iki başyapıtı vardır aslında. Birincisi Dom Ze Vesanje ( Çingeneler Zamanı) ikincisi ise Podzemini (Underground). İkisi de birbirinden apayrı, ancak temelde birbirlerine o kadar yakınlar ki, bu iki filmi aynı grupa sokmak hem çılgınca hem de çok mantıklı bir iş. Gene de ben ayırmayı düşünüyorum çünkü Emir Kusrutica'nın Bosna Savaşı'ndan önce çektiği Çingeneler Zamanı ve savaş bitimine yakın (1995) yılında çektiği Underground arasında ne kadar toplumsal eleştiriler yatıyor, bu nedenle de birbirlerine yakın duruyor olsalar da, Emir Kusturica yerine durmuyor. Üzerinden koca bir savaş geçiyor, millyetçi tayfaya kayıyor, kendisi Saraybosna doğumlu bir Boşnak olmasına rağmen kendini Sırp olarak tanımlıyor ve 1992 yılından sonra bir daha asla ayak basmıyor doğduğu topraklara. Ekşisözlük'de kendisi hakkında bayağı uzun yazmıştım. Başucumda durur halen. Gene de bloguma da bir 'Emir Kusturica Özel' yapmayı düşünüyorum.
Kusturica değişti. Yugoslavya değişti. O da bu değişimi başlangıcından bitimine öylesine güzel anlatıyor ki, şahsen ben filmi her izleyişimde iki yerinde ağlamaya başlıyorum ( ileride değineceğim ağlamaya başladığım yerlere)
Filmi izlerken iyi anlamak gerekiyor. Biliyorum, Kusturica'nın filmleri karman çorman. Çok acıklı bir sahneyi bile araya komik bir laf koydurarak ya da eğlenceli müzik çalmaya başlayarak bambaşka bir hale sokabiliyor. Ancak kendisi bir şey koydu mu o filme, mutlaka bir anlamı vardır. Merak etmeyiniz.
Filmi izleyenler için biraz anlama rehberi gibi olacak bu.
Şimdii... Marko'muz var bildiğiniz gibi. Eğitimli, görmüş geçirmiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgale uğrayan Belgrad'da yaşıyor ve Tito'ya yardım ediyor. Şair. Yani Yugoslavya'nın üst tabakası, burjuvaziyi sembolize ediyor. Natalia ise Yugoslavya'nın ta kendisi. Güzel, alımlı, canlı, herkesin ele geçirmek istediği kadın. Aynı zamanda da tiyatro oyuncusu. Almanlar işgal ettiği sırada Alman askeri Franz ile birlikte oluyor, Almanca öğreniyor ve Almanca piyeslerde sahne alıyor.
Gelelim Crni/Blacky'e. Marko'nun can dostu. İkisinin arasından su sızmıyor. Birlikte Tito'ya yarıdm ediyorlar. Marko'ya göre çok daha kaba ve hemencecik gaza gelen tiplerden. Eğitimi yok. Bildiğimiz Yugoslav halkını temsil ediyor kendisi.
Marko ve Blacky Natalia'ya aşıklar. Blacky Franz'ı öldürüp Natalia'yı kaçırıyor ancak Marko Blackytuvalete gittiği sırada Natalia'ya olan aşkını ilan ederek ona yazdığı şiirini okuyor ve Blacky'nin elektrk mühendisi değil, elektrik direklerini kontrol eden basit bir elektrikçi olduğunu söylüyor. Natalia, yani Yugoslavya'mız da burjuvamızın söylediği bu sözleri duyunca Marko'dan vaz geçiyor ancak Marko deli dolu olduğu için bunu çaktırmıyorlar.
Müzikle dans ederlerken Natalia'nın söylediği ' İkinizin bir adam olmaması ne yazık. Çok iyi bir koca olurdunuz oysa ki!'
Kusrutica Bregovic sayesinde basıyor müziği şamatayı, Yugoslav halkını uyutan asker komutası, devlet erkanları ve burjuvalar gibi bizi de uyutuyor. Asıl bu cümbüşlü zamanlarda neler konuşulduğuna dikkat etmek lazım!!
Savaş kızışıyor ve birçok kişi yer altına saklanıyor. Bizimkiler de dahil. Ancak Marko Natalia'yı şiirleriyle bir kez daha büyülüyor ve savaş bitmiş olmasına karşın Blacky ve Blacky gibi yer altında kalan diğerlerine savaşın bittiğini söylemiyorlar. Tito yönetimindeki Yugoslavya Marko ve Natalia'yı başarıları sebebiyle kutlar, Blacky'i ölü bir kahraman ilan ederken Blacky ve yer altındaki elli kadar insan halen savaş altında olduklarını sanmaktadırlar. Yani asıl Yugoslav halkı yıllar boyu 'savaş var. Hazırlıklı olun!' uyarılarıyla uyutulmuş ve körüklenmiş, ortada tehlike olmamasına karşın devlet ve devletle 'evlenen' burjuvazi tarafından her gün tehdit altında oldukları baskısı altında yaşamaya mahkum edilmişlerdir.
Bir de Vera'mız var tabii ki. Blacky'nin çocuğunu doğururken ölen karısı. Vera da sürekli aldatılan, yeni genç Yugoslavya'ya aşık olan halkın asıl eşi, hep orada olacak olandır. Ancak allı pullu değildir, eskimiştir. Filmin başında ölür ve Blacky'nın çocuğu yer altında büyür.
Blacky'nin yıllardan sonra ilk kez yer yüzüne çıktığı, oğlunun ise ilk kez güneşi gördüğü sahne destanlara konu olacak nitelikte! Neden mi?
Yer altında yaşayan ve gün yüzü görmeyen Tito'nun yeni, genç ülkesinin vatandaşları gün ışğına çıktıklarında aynı Blacky'nin on sekiz yaşındaki oğlu gibi ne yapacaklarını bilemezler. Blacky bu yeni ülkeye, yani oğluna yüzme öğretmeye çalışır. Ancak o sırada bir askeri helikopter üzerlerinden geçer ve halen Almanya ile savaş halinde olduklarını sanan Blacky oğlunu gölde unutup helikoptere ateş açma derdine düşer. Oğlu, yani genç ülkemiz de halen tehdit altında olduğunu düşünen halkın ona sırtını dönüp terk etmesi sonucu gölde boğulur. (işte burada ağlamıştım)
Ivan ve maymununun neleri temsil ettiğini az çok tahmin etsem de tam olarak emin değilim. Tabii eğer bu satırlatı okuyup da cevabını bilen veya bir teorisi olan varsa bana ulaşırsa çok sevineceğimi belirtir, bol Kusruticalı günler dilerim!
Not: İkinci ağlayışımı ise filmin sonunda, Ivan'ın konuşması sırasında gerçekleştirdim. Şu Balkanlar'ın yüzü bir gülmeyecek mi? Of bak dertlendim gene.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder