-->

Theme Layout

Boxed or Wide or Framed

Theme Translation

Display Featured Slider

Featured Slider Styles

Boxedwidth

Display Trending Posts

Display Instagram Footer

No

Dark or Light Style

İyi Ahlak, Kötü Ahlak, Çirkin Ahlak





Konuya dalmadan önce belirteyim; ahlak diye bir şey yoktur. Olmayan bir şey doğal olarak iyi veya kötü -veyahutta çirkin- de olamaz. Birzdan yazacaklarım da tamamen var olmayan kavramlar üzerine kuruludur. Bazılarımız bunu zaman kaybı olarak nitelendirebilir. O bazılarımıza canı gönülden katılıyorum. Bence de olmayan kavramlar üzerine atıp tutmak tamamen zaman kaybı. Bu var olmayan kavramlar - zaman kaybı ilişkisine o kadar çok şey dahil edebilirim ki listesini yapmak birkaç ay sürebilir. Bu var olmayan zaman kayıplarının içinde en önemlilerinden bir iki örnek vereyim de daha fazla oyalanmadan ahlak konusuna geri döneyim; var ettiğimiz kavramların en başında sanırım "annelik" ve "zaman" gelmekte. Zamanın tamamen farazi bir kavram olduğu konusunu ilerleyen zamanlarda detaylı olarak tartışacağım. Zaman kavramı zamanında kafamı çok yordu, çok zamanımı çaldı ancak zaman kaybetmeden kendime gelmeyi bildim. 

Geçtiğimiz hafta hayat amacıyla ilgili bir yazı klavyeye almıştım. (Klavyeye aldım, evet. Ciddi ciddi devam edeceğim bozuntuya vermeden. Ihım ıhım...) Yazıda ahlak ile ilgili uzun zamandır bir yazı yazmak istediğimi, ancak kafamı tam olarak toparlayamadığımı belirtmiştim. Kafam hala toplu değil. Ancak gidişat doğrultusunda daha uzun süre de toparlanamayacağını düşünüp "Hayde bre pehlivan!" dedim ve oturdum ekranın başına.

Hayat amacıyla ilgili yazdığım yazımdan sonra birkaç kişi benden bu tarz yazılar beklediklerini belirttiler. Bu tarz düşünce-felsefe-beyin fırtınası işlerini daha çok kitaplarımda kullanıyorum. Eh, hali hazırda bitmiş olan iki tanesi henüz basılmadığından, üçüncü ise daha hazırlık aşamasında olduğundan okunmaları -en azından- şu an için imkansız. Ancak yine de bir şey dürtüyor beni ve dayanamayıp yazıyorum işte. Yoksa şu an okumakta olduğunuz blog çoktan beeyle yeşil, sümüğümsü cıvık kıvamda olmuştu. (Şu transparan kutularda içindde cenin ve göz bulunan cıvık şeyler geldi aklıma. Çok da pis kokarlardı) Ciddi ciddi kafa patlattıktan sonra blogumda da aynı tarzda yazsam herhalde kafamda saç kalmaz. O yüzden bu tarz yazıları arada bir ile sınırlamak hem akıl hem de vücut sağlığım açısından en iyisi.

Hop gelelim ahlaka; nedir ahlak? Sahip olunan iyi tutum, davranış. Toplumda iyi olarak kabul görmek için giyilmesi gereken soyut giysi.Toplumdan topluma değiştiği için ahlakın genel-geçerliliği üzerine konuşmayı gereksiz görüyorum. Sanıyorum tüm okuyucular ahlakın kesin çizgileri olmadığı konusunda hemfikir. (En azından öyle umuyorum) Benim irdelemek istediğim asıl şey ise biraz farklı; insanın iyiye yönelme isteği. Acaba insanın içinde gerçekten iyiye yönelmek, iyi davranışlarda bulunmak isteği var mı, yoksa tüm bu insanı iyi ahlaka yönelten davranışların iyiyle uzaktan yakından alakası olmayan tek bir nedeni mi var, işte bunu sogulamak istiyorum. 

Tee yüksek lisans yaptığım dönemde "Moral" (Alhak) dersim vardı. Dersin hocası ise Kierkegaard Çalışmaları Kurulu'nun Başkanı Prof. Dr. Karl Verstrynge idi. Pek iyi, pek değişik bir adamdı. Hemen her konuşmasında Kierkegaard'dan altıntı yapmasa daha da çok severdim. Oldukça inançlı ve tüm görüşlerini bunun üzerine kurmuş bir adam olarak Kierkegaard'a her ne kadar hayranlık duysam da kendisine olan bu hayranlığın maalesef her daim bir yerde tıkanıyor; açmaza düşüyorum. Bu hocamla da aynı şey oldu. 


Kierkegaard'ın "Korku ve Tireme", "Baştan Çıkarıcının Günlüğü" ve "Evliliğin Estetik Geçerliliği" kitaplarını şiddetle tavsiye ediyorum.

Olayı anlatmak için önce biraz kendimden bahsetmeliyim; ben hayatım boyunca sınıflardaki o "kibirli, her şeye atlayan tip" oldum. Matematik problemlerini önceden çözüp sınıfın ortasında bağıran, kopya vermeyen tip işte. Bazı öğretmenlerimi tanrılaştırdım, bazılarıylaysa çok ciddi tartışmalara girdim. Bu derste de yine "AY LAV YU KIERKEGAARD!" şeklinde bayrak sallayan hocamı biraz dürtmeden edemedim. 

Kendisi de alanında güçlü bir düşünür olan Verstrynge hayatın bir ödül olduğunu ve bu nedenle onu kurallarına göre yaşamamız gerektiğini söylüyordu. Hangi kurallar? Yüz bin yıllar boyunca deneye-yanıla ortaya çıkmış olan toplumsal genel-geçer kuralların tümünden bahsediyordu kendisi."İnsan organik bir varlıktır. Başkalarıyla iletişim içinde olmadan yaşamını sürdüremez. Bu nedenle de sahip olduğu bu hediyenin karşılığında, hayata en iyiye yönelerek, yani bir başkası için iyi şeyler yaparak teşekkür etmelidir" diyordu. Liseden beri çlgınlar gibi not aldığımdan dersinde geçen hemen her şey elimin altında. Olmas da önemli değil zaten çünkü konuşmayı çok net hatırlıyorum. 

Bu sözlerinde bir şey takılmıştı aklıma Vestrynge'nin. Sarf ettiği cümlelerden bir bölümü o kadar doğruydu ki  soğan cücüğü kadar yaşıma başıma bakmadan "Daha önc eben neden düşünemedim bunu?" diye hayıflanmıştım. Haklı olduğu konu, insanın toplumsal yaşamda var olabilmek adına iyiye yönelmek zorunda olduğuydu. İçten gelen herhangi bir davranış sonucunda değil, yalnız ve yalnızca kökleri Toplum Sözleşmesi'nden çook daha öncelere uzanan toplumsal davranış paytırımları neticesinde insanın yaşayabilmek, uyum sağlayabilmek adına yaptığı seçimlerden ibaretti yalnızca. 


Uzun lafın kısası; iyi yoktur. İyi olmadığından da iyiye yönelmek diye bir durum söz konusu olamaz. O topluma faydalı ve zararlı davranışlar vardır ve insanlar yalnız ve yalnzıca o toplumda yaşayabilmek için bu yazılı ve yazısız kurallara uyarlar. (Böyle yazınca çok basit oldu)

Tabii insanın kökleriyle ilgili olan bu konuyu yalnızca iyi davranış ile sınırlandırmamak gerek. Neden arkadaş sahibi oluruz? Neden annemizi babamızı severiz? Vestrynge "Neden arkadaşlık kurarız?" sorusunu sormuştu sınıfta ve Pakistanlı bir kız "Bir şeyler paylaşmak için, iyi vakit geçirmek için,birbirimize destek olmak için" cevanı vermişti. Tam hatırlayamadığım birkaç işi de benzer cevaplarla cevaplandırmıştı hocanın sorusunu. Öyle ya da böyle yüksk lisans yapan ve seçmeli alhak dersi alan insanların bu şekilde cevap vermeleri tepemin tasını attırmıştı. Eh, ben de durur muyum, atlayıp saydırmıştım. "Dünya üzerindeki tüm ilişkiler karşılıklı çıkara dayanır" diye. Bu sözümü şimdi biraz daha genişletmek istiyorum: "Dünya üzerindeki tüm eylemler yalnız ve yalnızca hayatta kalmak için yapılır. Başka hiçbir nedeni yoktur" Sevmek, çocuk doğurmak, öldürmek, birileriiçin yaşamını feda etmek... Hepsi bu doğrultuda geçrekleştirilmiş bencil davranışlardır. 

Peki biri veya birileri, bir millet, bir devlet uğruna ölmek nasıl bencil ve yalnız ve yalnız hayatta kalmaya yönelik bir davranış olabiliyor? 

Bunun cevabı insanın toplumla birlikte kimyasının da hafiften değişmesinde saklı. Kendini bir topluma veya ideaya ait hissetme dürtüsü işin ta en başında zaten tamamen hayatta kalma dürtüsünden ibaret. Gerisini ise insanın hormonal dengesi, -aynı hipoglisemi hastalarının daha kolay cinnet getirip cinayet işleme ihtimalleri olduğu gibi- topluma ayak uydurmak adına yaptığı davranışlar, anne-babaların öğretileri tamamlıyor. 

Lafı daha da uzatıp konuyu gereksiz yere sündürmek istemiyorum. Beyin fırtınası yapmalık bir yazı bu. Kendi fikir ve görüşlerimi yalnızca genel hatlarıyla açıklamayı tercih ediyorum -en azından şimdilik-. Kendi düşüncelerimi birinci tekil şahıs kullanarak bir yazı da yazabilirim ileride ancak çok gerekli olduğunu düşünmüyorum açıkçası. 

Bu dünyada her şeyi kendi çıkarımız için yaparız, doğru. Ancak bunu bilmek insanı yine bir şeylere inanma, birilerini sevme, birilerine ve bir şeylere sahip olmaktan (çoluk çocuk, kedi-köpek) alıkoymuyor. Yoksa ben şimdiye dek delirmiştim. Ama delirmedim. Delirdim mi? Yok. Daha değil. Kitaplarım basılsın etsin, sonra deliririm. Zamanı değil daha.

Moraliniz bozulduysa alttaki şahesere bakarak kendinize gelebilirsiniz ^.^












QuickEdit

You Might Also Like

Infinyteam